11
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1255
Okunma
Büyük umutlarla gittiğim üniversite hayatım, yaz tatiline geldiğimde annemin perişan halini görünce sona erdi. Hiçbir kuvvet beni, ailemi yüzüstü bırakıp okula yollayamazdı. Gitmedim! Babam öldükten sonra evin bütün yükü annemin omuzlarına kalmıştı. Ben, elimden geleni yapıyordum ama hem okuyup hem anneme destek olamazdım. Üstelik okul ihtiyaçlarım da fazladan bir yüktü.
Peki, size yardım edecek bir yakınınız yok mu? Diye sorarsanız elbette yakınımız vardı ama yardım etmek için değil de yan yan bakıp dedikodu yapmak için yaratılmışlardı sanki!
Amcalarım, ben okuldayken anneme yardım etmedikleri gibi, okulu bırakınca söylemediklerini bırakmamışlardı. Neymiş efendim, ben haylazın teki olduğumdan, okumak zor geldiğinden okulu bırakmışım! Parasızlıktan, çaresizlikten bıraktığımı ağızlarına bile almamışlardı.
İnsanın en yakınları dedikodu kumkuması olunca, köylü ne yapsın? Benim haylazlığımdan başka konuşacak konuları kalmamıştı sanki. Varsa yoksa ben! Bu duruma bir çözüm bulmalıydım ama ne? Düşünmekten beynim çatlayacak gibi olmuştu ama sonunda bir çözüm bulmuştum. Bıraktığım okulu dondurmadığım için o hakkım bitmişti, ben de yeniden sınava girip kazanmıştım. Bu defa tercihimi açık öğretim fakültesinden yana kullandım. Böylelikle köyde annemle beraber çalışırken, tahsilimi de devam ettirecektim. Öyle de yaptım.
Yaşamın bütün zorluğuna rağmen ne annem ne de ben pes etmeden çalışıyorduk, çalışmalarımız boşa değildi. Bu arada küçük olan kardeşlerim büyümüş, ben de okulumu bitirmiştim. Okulum bitince çocuk ıslah evinde memur olarak göreve başlamıştım.
İşe ilk başladığım tarihten beri, o çocukları kendi çocuklarımmış gibi koruyup kollamaya, doğru bildiklerimi öğretmeye çalıştım. Öyle çaresiz çocuklar geliyordu ki buraya; kimine baba, kimine ağabey oluyordum. Toplumun dışladığı bu çocukları, yeniden dışlandıkları topluma kazandırmak için büyük çaba sarf ediyordum.
Görevim gereği yurdumun değişik şehirlerinde bulunmuştum. En son bulunduğum Bergama’da, tanık olduğum bir olay beni çileden çıkarmış, az daha katil olmama sebep olmuştu. Konuya sebep olan Samet adındaki çocuk, 13- 14 yaşlarındaydı. Kuruma geldiğinde içine kapanık, kimseyle konuşmayan, korkak bir çocuktu. Aslında hangisi korkmuyordu ki…
Samet’in suçu, hırsızlıktı. Samet’le fırsat buldukça bir baba gibi konuşmaya, etrafına ördüğü duvarı yıkmasına yardım etmeye çalışıyordum. Ama bu hiç kolay olacağa benzemiyordu. Arkadaşlarım, Samet’in buraya defalarca geldiğini ve bu huyundan hiç vaz geçmediğini, geçeceğini de sanmadıklarını söylüyorlardı. Ama ben, yılmadan uğraşıyor, Samet’e doğruyu öğretmeye çabalıyordum.
Bir gün Samet’i, annesi ziyarete gelmişti. Bu onun için moral olur diye düşünmüş, karşıdan da olsa onları izlemeye başlamıştım. Aramızda çok mesafe olmadığı için konuştuklarına kulak misafiri oluyordum. Ana oğul, hoşbeşten sonra, annesi etrafına şöyle bir baktı;
—Bak Samet, on yedi gün sonra buradan çıkacaksın. O zamana kadar Dikili’ye yazlıkçılar gelmiş olur, onları bi dolaşmadan sakın gelme. Kaybettiğin zamanı telafi etmiş olursun.
Duyduklarıma inanamamıştım. Çıldırmış gibi kadına doğru koştum. İki elimle boğazına yapışarak sıkmaya başladım. İçimden onu öldürmek gelmişti. Bu çocukları bu hale getiren birinci sorumlu, ailelerdi (!) çevre, ikinci şıkta kalıyordu. Ben kadının gırtlağını sıktıkça kadın debeleniyor, bense sıktıkça sıkıyordum.
—Sen de anne misin be kadın! Senin dinin imanın para mı? Eğer para istiyorsan çalış! Çocuğuna çalışmayı öğütle, hırsızlığı değil! Bu çocuk hırsızlık ederken vurulup ölse hiç mi canın yanmaz, hiç mi vicdanın sızlamaz? Sen de anne misin be kadınnn!
Diye avaz avaz bağırıyordum. Sesimi duyan arkadaşlar koşup gelmiş, kadını elimden zor almışlardı. Bunca emek, uğraş boşa mıydı? Bir anne kendi evladını nasıl hırsız eder? Bunu bir türlü aklım almıyordu.
Elimden kurtulan kadın perişan haldeydi. Bir eliyle dağılan saçlarını toplamaya çalışırken, diğer elinin işaret parmağını bana uzatmış;
—O mendevur adamı soymadan gelirsen sana emdirdiğim sütü helal etmem! diye bağırıyordu.
12.09.2012/ Emine UYSAL