17
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1931
Okunma

Bu bayram, diğer bayramlar gibi evde oturup hüzün dalgalarına kapılıp gitmek istemediğim için, küçük bir çanta hazırlayıp anayola çıktım. Niyetim; can dostum Nilgün Kurt’a gidip gönlümce bir bayram geçirmekti.
Gelen ilk otobüse el kaldırmama rağmen, otobüs beni görmemezlikten gelip es geçti. Aman sen de… Otobüs mü bitti? Hiç tasam değil, başka bir otobüsle giderim derken baktım, bir otobüs farlarıyla bana selam verircesine yaklaşıyor. Küçük çantamı sol elime alıp sağ elimle de dur işareti yaptım, otobüsün durmasıyla açılan kapıdan inen muavin benim küçük çantama elini uzatıp almak istediyse de izin vermedim. Kibarca selamlayıp çantam elimde otobüse bindim. İnerken de bagaj sırası bekleyip zaman kaybetmek istemiyordum. Altı üstü küçücük bir çanta, koyarım ayaklarımın altına.
Koridora çıktığımda, koca otobüste on kişi ya vardı ya yok. Aklıma şu geldi o an; taşradakilerden çok, büyük kentlerin insanları yolculuk yapıyor bayramlarda, ya köylerine, kasabalarına ya da bir tatil yerine gidip bayramlarını geçiriyorlardı. Yoksa bayram arifesinde bu koca otobüs bomboş olur muydu?
Ön koltuklara doğru ilerlerken, yapayalnız bir koltuğa oturup hayal dünyama dalarak yolculuk etmek istediğim için yanıma kitap falan da almamıştım. Öyle dalacaktım ki, önce bulunduğum ilçeden sonra da dünyadan kopup gidecektim belki. Nedense canım öyle istiyordu. Diğer insanlar da öyle istiyor olmalıydılar ki, koltukların koridor tarafına oturup cam kenarlarını boş bırakmışlar, aman yanıma falan oturma diye izlenim bırakmışlardı bende.
Bense, inadına cam kenarına oturdum ama yanımdaki koltuğa da küçük çantamı paravan olarak koydum. Sakın yanıma kimse oturmasın! Ben hayal kuracağım!
Az sonra muavin, elinde bir biletle çıkıp geldi. Bilet, on iki numara adına kesilmiş, on iki TL yazıyordu. Tesadüf dedim içimden. Demek on iki numaralı koltukta oturuyordum. Çantamdan çıkardığım on iki TL’sini muavine uzatıp camdan dışarıyı seyretmeye koyuldum. Hemen önümde, topundan yeni kesilmiş, bembeyaz, lekesiz bir tülbendin başını örttüğü kadın oturuyordu.
Yarım saat kadar yol almıştık ki, muavinimiz elinde ikram tepsisiyle tekrar göründü. Ne içeceğimi sorduğunda “çay” dedim. Çayımı alıp yudumlamaya başlamıştım ki, beyaz tülbentli kadın bana doğru dönüp iki koltuğun arasından “Dilim damağıma yapıştı” dedi.
Beyaz tülbendiyle tezat oluşturacak kadar esmer bir yüzü vardı kadının. O an neden oruç tutmadığımı açıklama gereği duymadım. Artık insanlara açıklama yapmak da istemiyordum açıkçası. Neden oruç tutmadığımı ben biliyorum, Rabbim biliyor ya, insanlar bilmeseler de olur diye düşünerek kadına gülümsemekle yetindim. Ama sadece gülümsemenin de yetmeyeceğini düşündüm nedense.
-Oruçlusunuz galiba, Allah, kabul etsin.
-Heç bırakmadım ki, dedi kadın.
Ben konuşmak istemediğim için başkaca cevap vermedim. Bu, kadını önemsemediğimden falan değildi, benim hayallerim vardı ya…
Az sonra koltukların arasından tekrar başını uzattı kadın.
-Sen nerdensin?
-Salihlidenim. Sen nereye gidiyorsun?
-İzmir de oğlum var da onun yanına giderim.
-Deden yok mu?
Bu soruyu neden sorduğumu bilmiyordum açıkçası. Belki de sen oğluna gidince zavallı dedecik evde tek başına ne yapacak diye mi düşündüm acaba. Kadının kara gözlerine bir hüzün oturdu birden.
-Dedem ötekilerin yanında, dedi.
Ötekiler de kim diye sormadım. Nasıl olsa ya anasıdır ya da babası diye düşünüp tekrar camdan manzarayı seyre döndüm. Ama içimden bir ses “Bu kadınla konuşman lazım” diyordu durmadan. Zaten kadının da önüne baktığı yoktu. İki koltuğun arasından sürekli bana bakıyordu.
-Oğlun İzmir de ne iş yapıyor?
-Güvenlikte çalışıyo. Askerden de yeni geldi daha.
-Başka çocuğun yok mu teyzem?
-Vardı, dedi ve başını öne çevirmeden ayaklarıma doğru baktı. Bir an burun delikleri büyüyüp küçüldü. Derin derin soluk alıp verdi. Tekrar yüzüme baktı. Anlatmak istediği çok şey var gibiydi. Oysa ben, kimseyi dinlememek üzere programlamıştım kendimi. Çare yok, bu kadını dinlemeliydim. Çünkü içinde biriktirdikleri gözlerinden taşıyordu. Acısını görüyordum, belki birazını dinleyince hafifleyecek gibi geliyordu bana.
-Peki, onlar nerde?
-Büyük oğlan, okuyup memur oldu deye ne çok sevindiydik. Daha yirmi beş yaşındaydı yavrucuğum. Bir gün bi geldi, kurumuş dal gibi kalmış. Şaştık kaldık. Hastaymış meğer. Hastalığı kötüymüş. Elde yok avuçta yok; İzmir nere, Selendi nere, dedi. Tekrar bana baktı. Sen Selendi’yi bilirmin?
-Duydum ama bilmem.
Otobüsün canımdan, hemen karşımızda uzayıp giden çıplak tepeleri gösterdi.
-Aha şu boz tepeler gibidir bizim memleket. Toprağın karnını deşer dururuz da o bizim karnımızı doyurmaz. İzmir’le Selendi arası, bitmez tükenmez yoldur bizim için. Para pul mu yeter be kızım! Deyip tekrar bir “Of!” çekti. Kuruyan dudaklarını diliyle ıslattı. Kaldığı yerden başladı.
-Oğulcuğumu, İzmir deki bir hastaneye yatırdık. Dokturlar, prostat kanseri dedi. Biz de gidip gelmesi daha kolay olur diye Salihli’ye taşındık. Altı ay yattığı hastaneden ölüsünü çıkardık.
-Allah, gani gani rahmet eylesin, kimselere evlat acısı vermesin. Sana da peygamber sabrı versin. Dede ne zaman öldü? Dedim.
-Dede, hepisini gömdü de öyle öldü.
“Eyvah!” dedim içimden, başka ölenler de var.
-Ötekiler kimdi teyzem?
-Ortanca oğlanla küccük kız.
Artık sormaktan vaz geçip teyzeyi kendi haline bıraktım. Güle oynaya çıktığım yolda ciğerime kavrulmuş kızgın yağlar dökülmeye başlamıştı. İçim öyle yandı ki, nasıl anlatayım. Ama teyzemin yüreği acılardan süngere dönmüş, emmiş ne var ne yoksa. Bıraktım kendi haline anlatıp rahatlasın.
-Kız on üç yaşındayken, iki oğlanın arasında öldü. Bi gün her yeri kiremit gibi kızarmıştı. Ne olduğunu anlamadık, bi ataş bi ataş tez çabuk aldı sattı yavrum. Kızamıkmış meğer.
Böyük oğlanla kızın arasında bir yıl ya var ya yoktu ki, ortanca oğlan askerden gelmişti. Bi acayip halları vardı. Mevsim yaz olduğundan iş gayıt gırla gidiyodu. Hayvan haşat, tarlada tütün hep çalışacak adam arıyodu. Ne edecen kızım, acıyan yerin başka acıkan yerin başka… çocuğun nesi vardığını soramadık işte.
Bi gün babasına, çok canım sıkılıyo, bana bi av tüfeği alıvesen de ava bari gitsem demiş. Ne bilirdik a kızım, o tüfeğinen kendini vuracanı. İşten geldiğimiz bi gün, kapıyı ardından sürgülemiş açamadık. Babası yüklendi kapıya zor da olsa açtı. Kapı açılınca bi de ne görem, al kanlar içinde öylece yatıyo du. Ölmüş yavrum! Aradan altı ay ya geçti ya geçmedi dedem de öldü. Bunca acıyı bana yükleyip gitti. Taşı taşıyabilirsen…
Öldürmeyen Allah, öldürmüyo be kızım, onca evlat, adam girdi kara toprağa aha benim canım çıkmıyo işte, çıkmıyo! Dedi. Sesinde yarı isyan yarı hüzün vardı.
-Kala kala bi oğlan kaldı elim de, o da İzmir’de bi güvenlik işine girdi. Dört arkadaş bi ev tuttular orda duruyolar. Bayramda da çalışacamış da ana yüreği işte ne edersin; o gelemicese ben giderin dedim düştüm yola. Dedi.
Artık konuşacak bir şey kalmamıştı. Nereye baksan acı… Otobüs İzmir garına girdiğinde ağır adımlarla indik. Yavaşça teyzemin yanına yaklaşıp elimi uzattım.
-Adın ne senin Teyzem?
-Zeynep.
Bu adı duyunca bi tuhaf oldum. Benim öykü kahramanlarımın adı da hep Zeynep’ti. Neden diye sordum kendi kendime. Acı küfesini daha bir cesur mu taşıyordu acep Zeynepler?
-Benim adım da Emine, bayramın mübarek olsun Zeynep teyzem.
18.08.2012/Emine UYSAL
Değerli arkadaşlarım, hepinizin mübarek Ramazan bayramını içtenlikle kutlarım.