- 977 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Bir kış günü
Daha önceki yazımın son halidir.
BİR KIŞ GÜNÜ
Şehrin sokakları hafta sonuna ıslak girmişti. Bir gün öncesinden başlayan yağmur, yorgun damlalarını, pazar sabahında da ağır aksak yere bırakıyordu. Yağmurdan korunmak için; cumhuriyet meydanında biz, eski bir binanın önünde, saçak altında hareket saatini bekliyoruz.
Önümde koca çınar ağacı, ondan düşen yaprakları havalandıran dolmuş minibüsleri, koşuşturmalarından büyük bir sınava hazırlandıkları belli olan talebeler, çöpçüler ve çöpleri karıştıran kedi şehrin sabahki resmini süslüyordu.
Yapacağımız gezinin adrenalini yüksek bir maceraya dönüşeceğinden habersizdik.
Saat 08.00 da aracımıza bindik. Yol boyunca Değirmendere eşlik etti bize. Yağmur sularının dere yatağını doldurmasıyla kenarlardan ona karışan toprak, bulanık bir renge dönüştürmüştü onu.
Sonbahar, kimi ağaçların hala dökülmeyen sarı yapraklarında, Maçka’ya kadar kendini göstermişti doğada.
Zigana Dağı’nın kuzey yamacında yeni başlayan kar yağışı, tüneli geçtiğimizde, güney yakasında beyaz bir badanayla boyamıştı her yeri.
Antik kent: İMERA
“Torul”a varmadan “İkisu” tabelası yönünde ilerleyip, yaklaşık 5km sonra, -İkisu köyünü geçtikten hemen sonra- “Karaca Mağarası” yolundan sağa doğru, “Krom Vadisi”ne yöneldik.
Vadi boyunca dereyi örten ağaçları tanımaya çalıştık: Su kavağı, söğüt, ceviz ve elma ağaçları bunlardan bazılarıydı.
Nispeten yapraksız, fakat tamamen meyvesiz bu ağaçlar ve daha yukarılarda kızıla çalan bodur ağaççıklar beni duygusallaştırıyor; bana, çocukluğumdan kalma fotoğraf albümümü süsleyen ağlayan çocuk kartpostalının hüznünü veriyordu.
Bu duygular içinde, yol üzerinde bir kasaba olan “Yağlıdere” yi geçip, içinde 57 manastır ve kiliseler barındıran, bir zamanlar “Onbinler” diye bilinen Rumların yaşadığı antik ismi “İmera” olan “Olucak Köy”üne doğru ilerliyoruz.
Parlayan görüntüleriyle çatıları, uzaktan da olsa çinkoyla örtülü olduğu anlaşılan, beyaz badanalı ve küçük pencereli evleri olan; yaklaştıkça her bir evin avlusunda yığınla odun istifi gördüğümüz kışa hazırlıklı insanların yaşadığı bu köye vardığımızda, köy sakinleri yetmiş, yetmiş beş yaşlarında bir ninenin cenaze merasimi için toplanmıştı. Küçük bir yerleşim alanında dikkatimizi çeken bu kalabalık, çevre köylerde yaşayan insanların iyi bir dayanışma içinde olduğunu gösteriyordu.
Çiseleyen yağmurun altında kabristanda okunan sesli dualar, İmera kalıntılarının duvarına ulaşıyor, oradan vadi boyunca ırmak sesine karışıyordu. Bu yaslı günlerinde köylülerle sohbet etme imkânı bulamadığımızdan yolumuza devam ettik. Köyü geçip antik kalıntılara yakın yerde aracımızdan indik.
Toplu fotoğraf çektirdik…
Karlı, sulusepken yürüyüş parkurunda ilk izleri bırakarak yürümeye başladık.
Güzergâhımız: Önce İmera kilisesine ulaşan yol; oradan, zirveyi aşarak dağın arka yüzünde bulunan “Krom kilisesi”ne kadar olan yürüyüş parkuru.
Tarihin tozlu sayfaları arasında… İmera kilisesi Olucak köyünün 2km. Güneyinde yüksek bir dağın yamacına kurulmuştur. Gümüşhane il merkezine 38km. Mesafedeki antik kentte kubbeli ve kubbesi tonozlarla örtülü manastır bulunmaktadır. Çok sayıda tarihi ve kültürel değerde kiliseler bulunan antik kent, geç kalınsa da arkeolojik sit alanı ilan edilmiştir. Kitabelerinde kök boyalarla yazılmış 1350 tarihi okunmaktadır. Büyük ölçüde harap olmuş kalıntıların arda kalan duvarlarında ise gelen ziyaretçiler tarafından çizildiği belli olan duvar yazıları mevcut. Bize emanet kalan bu eserlere hor baktığımız için yüzümüz kızararak tarihin tozlu sayfalarını aralıyoruz:
Geçmiş zamanlarda Karadeniz’de bir kısım Hıristiyanlar, gerçek dinlerini gizleyerek Müslüman gibi görünmüşler ve dinlerinin gereğini gizlice yerine getirmişlerdi. Bunların bir kısmı burada yaşıyordu.1856 tarihli Islahat Fermanı, “Artık gâvura gâvur denmeyecek” esprisi ile Müslümanların Osmanlı’daki imtiyazlı durumuna son verdiğinden, artık Müslüman görünmekten bir menfaati kalmadığını düşünen “Gizli Hıristiyanlar” bu ferman sonrasında gerçek dinlerini açıklamışlardır.
Bölgenin yerli halkı Rum değildi. Çünkü Rumlar bu bölgeye ticari maksatlarla gelip şehir merkezlerinde koloniler kurarlardı. Yunanistan’ın Pontus politikalarının savunucusu olan Yunanlı yazar Andreadis; “Gizli Hıristiyanlar” olarak nitelediği Kromnililer için şunları söylemektedir: “Bu ticari ilişki Kromni halkının Helenleşmesine yol açtı. Bu halk Osmanlı İmparatorluğundan gelen yardım durduğunda ve işsizlik baş gösterdiğinde, devlet askere gitmelerini ister istemez ikiyüzlü Müslümanlıklarını terk ettiler; çünkü ondan kazanacakları bir şeyleri kalmamıştı.”
Bu tespit neden Müslüman gibi göründüklerini açıkça ortaya koymaktadır. Dinlerini gizlemeleri hiçbir şekilde baskıdan kaynaklanmamaktaydı.
1858 yılında Anadolu’yu karış karış gezen Antony Çiharov’da “Türkiye’den Mektuplar” adlı kitabında; bu bölgede yaşayan halkın bir kısmını iki dinli olarak tanımlıyor: “Bu insanlar özel olarak buraya Yunanistan tarafından yerleştirilmiş, şeklen Müslüman, gerçekte ise Hıristiyan. Gayeleri, bu bölgede bir zamanlar mevcut olan Rum-Pontus devletini yeniden kurabilmekti.” diyor. Bir yabancının kaleminde tarihi tekrar okuyor, Kurtuluş mücadelemizin ne kadar yerinde ve gerekli olduğunu bir kez daha anlıyoruz.
Bir kış günü patikada yürümek…
Tarihin zaman tünelinden çıkarak, hafif kar yağışı altında İmera kalıntılarından Krom kilisesine doğru ilerliyoruz. 2357 rakımlı sırta geldiğimizde yoğun bir tipiye yakalanacağımızdan habersizdik. Patika yavaş yavaş karla örtülüyordu. Sırtın üzerinde düz bir arazideydik. Kar taneleri havada uçuştukça göz gözü görmüyordu. Kendimizi koruyacak ne bir sığınak, ne de kuytu bir alan vardı.
Hava soğuktu… Üşüyorduk!
5 Kasım 2006 adrenalini yüksek bir Pazar günüydü: Aslında; başlangıçta her şey güzeldi. Her şey güzel devam ediyordu. Mevsimin yağan ilk kar taneciklerini elimizle yakalamaya çalışıyorduk. Yakaladığımız kar tanecikleri sıcak tenimizde eriyip kayboluyordu. Yere düşenlerin ise üzerine bastığımızda kıtır kıtır ses çıkarmasına bayılıyorduk. Hatta Köksal arkadaşımız bir ara güzel bir gezi olduğunu söylemiş: “Ağabey; dönüşte Torul yolu üzerindeki kavurmacıda kendimizi ödüllendirelim,” demişti. Yollarda yemeye pek alışık olmadığımdan onun bu neşeli teklifine ‘peki,’ diye cevap vermiştim.
Yürüyüş için ideal bir parkura doğru güzergâhımızda ilerliyorduk. Dar patikalardan geçiyorduk. Yol boyunca irili ufaklı kuşburnu ağaççıklarından meyveler topluyor, fotoğraf çekiyorduk. Bazen dik, bazen kaygan patikada kuşburnunu dalından yemenin zevkiyle harcadığımız enerjiyi vücudumuza depoluyorduk. Patika yol üzerinde bu eğlenceyi yaşarken rakım yükseliyor, artarak yağan karın tipiye dönüşmeye başladığını fark edemiyorduk. Öyle ki; bir ara Ragıp ve Erdem beylerin bıyıklarında biriken karların buz olup sarkıt halinde uzamaya başladığını fark ettiğimizde gülüşmeler içinde fotoğraf makinelerimize sarıldık. Soğuk ve tipinin şiddetini, fotoğraf makinelerimiz çalışmayınca anladık. Artık pusulayı ve diğer cihazları da kullanmak zorlaşıyordu. Önce bir taraftan esen rüzgâr, artık her yönden bizi alabora etmeye çalışıyordu. Ayakta durmak gittikçe zorlaşıyordu. Nitekim her birimiz bir tarafa savrulmaya başladık. Siste kaybolan arkadaşlar yön bulamıyordu. Erdem Bey; kuytu, rüzgârsız bir yer buluncaya kadar uzaklaştı. Arkasından Köksal gitti… Biz beklemede kaldık… Tipi şiddetlendikçe üşüyorduk! Giden gelmiyor zaman tükeniyordu… Korkuyorduk! Çiğ olup yuvarlanacak gibiydik... Rüzgâr mı desem? Fırtına mı desem? Bunu Ömer iyi bilir! O birkaç kez düşüp karda yuvarlanmıştı… Tipi üstümüze üstümüze yığıyordu “kar”ı… Soğuk şiddetlendikçe vücut ısımız düşüyordu. Ragıp beyin önerisiyle bir araya toplandık.
Önce ellerimin üşüdüğünü sonra, parmak uçlarımın uyuştuğunu fark ettim ben. Ölümün bu derece yaklaştığını, ilk kez hissetmiştim. Onun hayattan alıkoyan pençelerinden kurtulmak zor gibiydi… O an bana öyle geliyordu ki; oradan kurtulsam da dönüşte; parmaklarım kangren olup kesilecekti. Tutamayacağım kalemleri düşündüm: Rengârenk resim yapan boya kalemleri, tükenmez kalemleri; dolma kalemler ya da şiir yazdığım kurşun kalemim; hepsi, daha başka bir anlam kazanmıştı o an. Ah! Üzdüklerim… Sevdiklerim… O an usumda pır pır kanat çırpmaya başlamıştılar bile.
Isıtmak için ovuşturmaya çalıştığımda ellerimi, Bülent’in uyarısıyla cebime soktum.
Fakat ellerimi yarı belden aşağı asılı bıraktığımı, parmaklarımın kontrolümden çıktığını, doku hissimin kaybolduğunu Bülent’in ikinci uyarısıyla fark ettim. Diğer arkadaşların yüzüne baktığımda tarifi mümkün olmayan çehrelerle karşılaştım. Ölü yüzü görmüşseniz bilirsiniz ancak! Mor hatta mosmor olmuştu her birinin yüzü. Sanki her birinin yüzü, tipinin ardındaki ölüme kayıyordu Bülent’e tekrar baktığımda uzun süre hafızalarımızdan çıkmayacak o meşhur repliği söyledi: “Arkadaşlar donup anıt olarak burada kalacağız.”
Pilav dağında, düşen uçakta ölen İspanyol askerlerinin anısına yapılan, anıt heykel geldi aklıma. Bu arada Erdem Ağabey ve Köksal arkadaşımızdan hala haber yoktu. Tereddüt içindeydik. Giden gelmiyor, tipi şiddetleniyordu. Çaresizdik… Korku içinde beklerken, gidenler; zaman sonra geri döndü.
Artık bir yön tayini yapmamız gerekiyordu: Doğu, batı, güney, kuzey. Ya da türevleri… Her neyse… Oradan kurtulmalıydık. O sırttan inmemiz şarttı. Nihai kararı kimin verdiğine; hangi yöne gittiğimize bakmadan, varacağımızı düşündüğümüz bir yerleşim yeri bulma ümidiyle, sırttan aşağı doğru, palas pandıras kendimizi bıraktık.
Ömer ve ben, vücut ısımızı yükseltmek için hızlı yürüyorduk Arkada kalan grubun seslenmesiyle hızımızı kesiyor, yaklaşmalarını bekliyorduk. Vadiye doğru indikçe tipi azalmış; nihayet ağaçlar görünmeye başlamıştı. Damları karla örtülü belli belirsiz kulübeleri gördüğümüzde, Ömer’in haykırışı rotasını kaybetmiş bir gemi tayfasının karayı görme sevincini andırıyordu. Uzakta köpeklerin havlamasıyla genç bir delikanlı bizi karşıladı. Biraz soluklanmak için izin istedik. Sağ olsunlar; ilgilenip, bize yer gösterdiler. Bir demlik çay ikram ettiler. İstanbul’da yaşayan; o sırada, tatilini sılada geçiren evin reisiyle sohbet ettik. Genellikle gençleri gurbette olan halkın, geride kalanları yörede, hayvancılıkla uğraşmalarının yanında meyve üreticiliği de yapıyorlar.
Tekrar yoldayız…
Saatlerimiz akşam 17.00 ı gösteriyordu. Etrafa ürperten bir sessizlik hâkimdi. Tepelerde beyaz olan doğanın elbisesinin rengi artık, isli- puslu grinin tonlarına bürünmüştü. Zaman ilerledikçe karın rengi parlement mavisine dönüşüyordu. Artık sinsi bir karanlıkta sessiz bir yaşam hâkimdi doğaya. Az ileride Olucak köyü, bu kez cami minaresinin loş ışıkları altında görünmüştü. Köksal’ın lafını hatırladım: Kavurmacıda kendimizi ödüllendirme vakti gelmişti. Torul’a yakın bir yerde kavurmacıya uğrayıp yağlı dana etinden hazırlanan kavurmalarımızı beklerken, etrafa çam kokuları yayan sobanın etrafında sohbete daldık.
.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.