- 857 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
'touchless'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
‘Beni anlamıyorsun, neden, neden aynı şeyi yapıyorsun. Ne yapayım ya? Kafamı mı duvarlara vurayım? Ahmak mısın sen? Bir şey söyle ya? Söylesene diyorum sana? Öldüreyim mi kendimi? İnsan ol azıcık, insan.’
Duvara sert bir yumruk çarpıyor. Duvar, üzerinde kat kat duran boyasına rağmen kireçli olduğunu inkâr etmiyor. Bende edemiyorum. Elimi kendime doğru uzatıp, acıdığını inkâr edecek değilim. Elimi uzatıp da, felsefeye yönelik bir vazgeçme ihtimalini ortadan çıkarmam gerekiyor. Yaptığım saçmalıktan dolayı özür mü dilemeliydim? Neyse ne, artık bir zarar varsa ortada, o zarar bana ait. Yoğunlaşmaya, kendimi toplamaya çalışıyorum. Odanın doğuya bakan yüzündeki pencere hafif aralık. Perdenin saçları yer yer kırlaşmış ve oldukça durağan. Her şey bir süre sonra yerini vicdan azabına bırakacak. Sonra suçmuş, suçluymuş, kabahatlerin tümü bir arada yok oluş sürecini kendi arzusuyla başlatacak. Ellerimi ovuşturup günah yuvası yalnızlığın ardınca bir sıraya girdiğimi fark ediyorum. Burada saniye olarak adlandırılmış şeyin, gün olmaya namzet yanıyla bir bir ölünüyor. Bahçedeki fesleğeni koparan elleri tahmin edebiliyorum. ‘Bu da neyin nesi? Ot, kurumuş ot. Yolayım bari.’ Çay mahallesinden aşağıya doğru yürümek istiyorum. Kilisenin az ötesinde eskiyi yâd edeceğim.
Berber çay bardağı elinde, taburede oturmuş dolardan bahsediyor. ‘6.76 oldu bugün. Zamanında demek şu Bornova’daki evi almak yerine, dolara paramı yatırsa idim, buralarda ikinci bir ev alırdım.’ Tiz bir uğultu gibi tekerlekleri ses çıkaran eski bir araba sokaktan geçiyor. Narin bir hışırtı Kilise duvarlarını sarmalamış. Smyrna’nin azizelerinden yaşlı olmasına rağmen hala atik olan Gülfidan abla mavi bir elbise üzerinde, elinde sıkı sıkıya tuttuğu beyaz bez çantasıyla bayırı çıkıyor. Bana arabasını satmak için uğraşan Mehmet Nuri’nin bakışlarında her şeye rağmen tuhaf bir mutluluk sezinliyorum. Sıkıntısı olduğunda öyle büyütür ki, insan onun dünyadaki en dertli insan olduğuna inanası gelir. Derdinin ne olduğunu öğrenince de ister istemez insanın gülesi gelir. Hasan, Mehmet Nuri’nin az ötesinde su bardağında içtiği çayı yudumluyor. Bir yandan da telefonda oyun oynuyor. Sen Antuan’a doğru gözümü yaslıyorum. Demli ve yaslı bir bakış içimin derinlerinde siyah bir suyun yavaş ama katran gibi hareketini derinden hissettiriyor. Mehmet Nuri işin esprisinde olsa da yinede aynı muhabbeti açmaya bayılıyor. ‘Sana bak, o fiyata sana arabayı veririm. Başkasına vermem.’ Hasan’a ‘şişt’ diye sesleniyorum. Şu kızı tanıyor musun? Kızın yüzü geçiyor. Dizleri üzerinde koyu yeşil elbisesi geçiyor. Külotlu çorabı geçiyor. Sonra sekiz santimlik açık kahverengi ayakkabıları. Ayağını saran ince çorap bir devenin iğne deliğinden geçebileceğine inancı arttırıyor. ‘Ceyda’ diyor ve susuyor. ‘Kimin kızı ki bu’ diye soruyorum. Hasan ters bir bakış atıyor:’ Sana ne anasını. Kızın şeceresini mi çıkaracaksın bana?’ Hasan yine terso yapıyorsa, vardır onunda kendine göre sıkıntısı. Âlemde sıkıntısız insan mı var! ‘Güzel kızmış’ diye fısıldıyorum. ‘Güzel ama sana ne’ der demez Hasan’a ‘nen var kardeşim, terso yapacaksan yine yap ama ne diye geriyorsun adamı’ diyorum. Der demez ‘abazalığını git Karşıyaka’da Olimpos’un bahçesinde yap, orası sana yakışır’ diye cevap verince ‘sikecem senin belanı, cevap vermeyeceksen yine verme, ne diye adamı geriyorsun yavşak’ diyerek ayağa kalkınca, Hasan itlik yapıp, gülmeye başlıyor. Mehmet Nuri ‘beyler sakin yahu’ diye araya giriyor ama ikimizin şakasına gerildiğimizi fark edince ‘hay sizin’ diyerek Berber’e dönüyor:’ Benim şu enseyi al da Hırdavatçıya uğramam lazım.’ Hasan cebinden sigara paketini çıkarırken, telefonu aynı cebe koyuyor:’ Boşver Ceyda’yı meyda’yı. Benim eve perde lazım. Senin şu tanıdığa gidelim de, ölçüsü hazır, kessin ona göre olmaz mı’ diyor.
Tepenin aşağısında ince ince akan ama şimdiler kurumuş dereyi hayal ediyorum. Alt tarafta küçük bir mezarlık vardı. Sonra üzerine toprak döküp önce bir iki baraka yaptılar. Geçende üç katlı ev yapmak için temeline beton döküyorlardı. Kemiklerin dili olsa da konuşsa! Bugünümü Ceyda’ya adamak istiyorum. Hasan’la perdeciye uğradıktan sonra tüm akşam demleneceğim bir enkazda. Ellerimi ovuşturacağım. Saniyeler dakika olup geçecek ve kibrit aleviyle parmağımı kokarcasına renklendireceğim. Sırayla evlerin olduğu sokaklardan kimi zaman bayır sonrası uzun bir süre vitesi boşa almış araba gibi rahatça inivereceğim denizin düzlüğüne. Yokluğu bugün acıtmalı Ceyda’nın. Bugünü ona adıyorum. Geçip giden gençliğe, yiten diri hayallere, dumura uğramış kurtarılabilecek hayatlara. Yokluğu acıtacak ki, korkacak olan korksun. Kurtarılabilecek hayatların olduğunu benden de iyi biliyordur. Çoktan bir enkazın ortasında yaşamaya hevesli sinek gibiyim. Tatlı tatlı sesi kısılıyor molozların arasında itimat gösterilmesi artık mümkün olmayan kayıplara. Kayıplar def gibi… Lafta ve rafta; insan büyüklüğünü fark edemiyor. Ellerinle deşmen gerekiyor; taşı, betonu, toprağı, astenosferi, mantoyu, eşyayı, dolabı, yatağı, eti, teni, ruhu…
Günlerin değişmediğine kanıt aramak, aramamakla eş bir mutsuzluk kaynağı. Biz o aynılığı bir başkasının söylediklerinde ayrım yapmadan hissetmeye başlayınca rahatlamaya, temaşanın her şeye rağmen arzunun gençliğinde insanı sarmalayan kötürüm haz dalgasına kendimizi kaptırmaya bayılabiliriz. Bugün hiç evden çıkmadan diğer günde çıkmamaya niyetli bir şekilde yatakta uzanıp sevişebilirsin. Boğmaya başlayan perdenin saçları, bünyenin buna hazır olduğunu iletir kılcallarına. Her şeyinle hissetmek istersin. Önce isterse biraz yürüyüp, hava alabilir ve on numaradan bir paket sigara parası kazandığına sevinebilirsin. Bir araca atlar gibi ayaklarına atılır yürürsün. Uzaklara gitme arzusuna ket vuran şehrin mavi tabelalarıdır. Uzaklarda olanında burada olanla aynı olduğuna sana inandırmak için o tabela orada durmaktadır. Tanımadığın nice kedi, köpek, kuş vardır. İnsanların yalanlarını söylediği sözcüklerle anlarsın. Fazla onlardan uzaklaşma ama uzak dur. İnandığını söyle ama inanma. Yalandır. Kâfi değildir. Kurtuluş hiç değildir. Temaşa ateşin gölgesinde iki dudağın yanışı kadar kısa olmalıdır.
Kendime o kadar uzağım ki ve soğuk ve yüzünün kemikleriyle kaynaşıp, mumyalanması gereken an. Hazların özgür kırıldığı bir deneyin safça bilgelikler sunduğu iyilikler sorularımızdan geçiyor. Telefondan ses geliyor. Senin bir telefonun var. Büyükçe bir telefon. İnce bir işçiliği titiz dokunman için fırsat tanıyor. Onu düşürmemen için bir cep arıyorum. Sonra o cep bulunuyor ve o an telefon vücudunun bir parçasıyla bir olup ‘düşmem, sen rahat ol’ diyerek seni rahatlatıyor. Kaç yerinde kırık vardır şu bakışlarımın? Anlamsızca eğlenenlerin arasında balonları patlatan aptal bir mahlûk gibiyim. Tak, tik, tık… Kapı sesi, ince bir menteşeyle nikâhı sonrası yabani hurmaya basmış bir ayakkabının kayganlığıyla tekrarlanıyor.
Gülfidan abla marketten dönüyor. Şu büzüşmüş dudaklarına ne rujlar sürerdi bir ara! Çoğu zamanda al al gezerdi. Kiraz gibi desen yavan kalır; vişne çürüğü tonunda ama nasılda parıldar, insana gençlik şarkılarını söylediği günlerini özlediğini anımsatırdı. Gençliğin diri, arzularına kement vurmak istediği yerde zorlanacağını belirten dişlerinin büyüklüğüyle kışkırtıcı bir masumiyet Olimpos’un az ötesinde oturmuş, arkadaşlarıyla gülüşüyor. Hasan’a ‘bu Ceyda değil mi’ diyorum. Pazardan yeni almışım. Kâh yıkarım, kâh kolumda temizlerim senin için. Pazardan yeni almışımda gelmişim yeşil elmayı. Hem seversin. Hem de dişlediğin an elmayı, kışkırtılmanın verdi hazla sarsılır tenin. ‘Niye öyle bakıyorsun’ diyor Hasan. Bedenin hazzından uzağım. Bu konuda ciddiyim. Ellerimin boşlukta dolanışı, gözlerimin kıpırdamadan boşluğu seyretmesi bedene ait bir arzunun yolunu açıyor gibi gözükmeme sebep olsa da, ruhum bütün olarak iyi bir şekilde afallamış, kalmış, kaldırım olabilmeyi dilemiş, ezilmeyi, düzlenmeyi, preslenmeyi, icat edilmeyen bir madde atfınca duyulmayan seslere bakmakla yitirilmeyi dileyen yaşanmamışlığa misafir oluyor.
Gülfidan abla marketten dönüyor. Ceyda Olimpos yakınlarında yakut gibi tüm akşam dolaşmayı arzuluyor. Sesler duruyor. Sol yanımda bir mecburiyet var. Hep söylendiği gibi iyiliğin güzelliği avutuyor koca küreyi. Sınırda tonlar ve renkler artık bilinenlerden farklılaşıyor. Erkenden geliyorum. Kasılıyorum. Merak duygum yapışkan bir zarfın ortasında eyletişiminin cansız varlığına katılıyor.
Burada. Bir an. Muyum? Derin. Yalnız. Kalıncaya sağlık, varıncaya ahmaklık. Duvar elime meraklı. Ben değil, duvar elime vuruyor. Kan damlıyor. Kan akıyor. Sıçrıyor. Süzüyor. Kuruyor. Kokuyor. Akıyor. Yanıyor. Pişiyor. Kuruyor. Susuyor. Durmuyor. Sıçrıyor. Akıyor damlalar.
Sakız kokusu alıyorum. Ağacın dibine çökmüş, nefes nefese, ekşimiş yüzümü gökyüzüne çeviriyorum. Ne küfür, ne bir başka laf! Ne denirse fazladır. Perde aralanmıyor. Böylesi yakışırdı bir nilüferin ölümüne. Monet’in tabutu okyanusta yalnız yüzüyor. Saçaklarıyla bir gölün sessiz karşılayışıdır kurumuş gözleri kıyısında. Şimdi aç, şimdi arala, şimdi bak ve gör.
Gözlerimi açınca, tavandaki ampulün hala yandığını fark ettim. Gün doğmuş, balkonda kahvaltı yapanların seslerini duyuyordum. Televizyon açıktı. Az sonra aldığım yanık kokusuyla zor da olsa ayağa kalkıp, mutfağa gittiğimde, kısık ateşin üzerinde geceden beri bekleyen çaydanlık, mahvolmuş görüntüsüyle beni karşıladı. Gece çayı demledikten sonra halıya uzanmış, onu düşünüyordum. Deliliğim, kışkırtılmışlığım, sevgiyle çarpan kalbim çırılçıplak bir kuşkuyu yük ediniyordu. Yadsımadığım kadar güzeldi. Hiçliğin ürküsü, aşkın yorumuyla iç içe aklıma yordam bulacaktı. Çaydanlığın soğumasına izin vermeden, kulpundan sarı bezle tutup, lavabonun içine bıraktım. Musluğu sonuna kadar açtım. Musluğun az ötesinde ne varsa, suyu kestikten sonra çaydanlığın üzerine döktüm. Lavabonun içi gece demlediğim çayla tıkanmıştı. Kireç suyu, çamaşır suyu, bulaşık deterjanı, tuz, sirke, nar ekşisi, ayçiçek yağı... Ne varsa çaydanlığın üzerine döküp, balkonun kapısını açtım. Balkonun en ucuna doğru yürüdüm. Kaç kez aynı duyguyla aklımı yitirmek istediğimi unutmuş bir halde, aşağı atlarsam ölür müyüm diye düşünmeye başladım. Mutfağa garip bir koku yayılmıştı. Tiksinç sayılabilirdi ama benim hoşuma gitmişti. Sanıldığı gibi gece hiçbir günahı örtmüyordu. Sonra bir ses çaydanlığın iğrenç tenini ve kokusunu unutturdu: ‘Kilise yanıyor, kilise yanıyor. Koşşşşşşuuunnn!’
YORUMLAR
Özlüyor insan
Seni kelimelerinden tanıdım
Tanıdım da öptüm her harfini.
Nasılsın
HakkınSesi
...
Nasıl mıyım? Şurada güzel anlatıyor adam:
https://youtube.com/watch?v=rbqlIMWbm5A
amelie poulain
Bir gün kanat çırpacaklar güneşli günlere