- 753 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ŞİİRDE NEYİ NASIL TARTIŞMALIYIZ?
Bizim gençliğimizde şiir yazarken yol göstericilerimiz pek olmadı. Kendi yeteneğimizi ısrarımızla bütünleştirerek bugünlere geldik. Bugün öyle değil, iletişim imkânlarının artması şiire yeni başlayanlara olağanüstü kapılar açtı. Bugün şiirde ısrarlı olanlar, ustalarına çok daha rahat ulaşabilmekte ve şiirlerinin değerlendirmesini yapacak ortamı bulabilmektedir. Buna rağmen, gençlerimizde böyle bir eğilim genellikle söz konusu değil.
Bu kaygıyı duyanlardan olduğum için, şiirin niteliği konusunda, çokça yazı kaleme aldım. Bunların önemlilerini “Şiirden Şuura” isimli kitabımda bir araya getirdim. Bu kitapta hem şiir teorisi, hem de şiir poeatikası konusunda büyük şairlerimizin görüşlerini de naklettim. Şiirin kültürümüzle iç kontağı üzerinde ayrıntılı bilgiler vermeye özen gösterdim. Aslında bu kitap, şiirin kuralı ve kaidesini bilmesi gereken genç şairler için örnekleyici bir çalışmadır. Ne var ki, bizim genç şairlerimiz kerameti kendinden menkul insanlar haline mi geldiler, erken kifayet tuzağına mı düştüler bilemiyorum, bu tür kitapları pek okumuyorlar. Okumadıkları için de birkaç şiirden sonra tekrara düşüp, şiiri bırakıp kayboluyorlar.
Bakınız, çok basit bir örnektir, ama bir zaafı sergilediği için burada anlatmakta fayda vardır. Benim aşağıdaki şiirim bu sitede yayımlandı. Şiir şöyle:
AŞK DİZGİNSİZ ATTIR
Öpülmeyen bir gülün kırılmış ilk dalıyım,
Rüzgârdan yardım alıp uçarak geldim sana.
Gönlü azâd edilen son âşık olmalıyım,
Ben, nice ateşlerden geçerek geldim sana.
Bu yangın gözlerinden doğarsa yakar beni,
Anlamadınsa hâlâ, bu tavrın yıkar beni…
Bir gönül mâcerası değil benim ısrarım,
Sabırla dokumuşum umudumu peşinde.
Işığının düştüğü her kapıda ben varım,
Köleliğe razıyım, bana her dönüşünde,
Bu tutkuyu duyanlar gün gelir anlar beni
Feryadıma yönelir sende duyanlar beni
Aşka gem vurulamaz, o, dizginsiz tek attır,
Gözleri kör ederek gönülde kalkar şaha.
Aşkı gönle bağlayan uzunca bir sırattır.
Geçmesi zor olsa da sığınırım Allah’a.
Bu mutlu arayışın kapısında yak beni.
Yakmazsan azâd eyle, hâlime bırak beni!..
Bu şiirde geleneksel şiir tarzımızın dışındadır. Hatta şiirin esas başlığı “Vuslatında Yak Beni”ydi. Metafizik sığınmayı anlatan bir şiirdir. “Vuslat” kelimesi, tasavvufi bir terimdir. Bugün pek anlaşılmamakta ya da çoğu kere yanlış kullanılmaktadır. Onun için adını yukarıdaki şekilde değiştirdim. Bu şiirime yorum ekleyen bir genç kardeşimiz şöyle yazmış: “Güne düşen ve değerli yönetimin teveccüh gösterip süslediği şiirinizden dolayı sizi kutlarım. 7+7 hece ölçüsüyle yazmış olduğunuz şiirinizde, mısraların yer yer bu uyumu bozduğuna rastlasam da,, yine de anlam ve ahenk olarak verdiği mesaj açısından güzeldi,,, Kutlamak düşer bize..”
Bu notu okuyunca şiire yeniden baktım, bir şey göremedim.7+7 hece paylaşımında bir sarkma yok. Aynı dikkati gösteren bir başka şair kardeşim yukarıdaki eleştiriye aşağıdaki notu düşmüş:
" ...mısraların yer yer bu uyumu bozduğuna rastlasam da... " demişsiniz. Heceye meraklı biri olarak sadece merak ettiğimden soruyorum. Bu bozulma nerede ya da nerelerde?”
Bu konuyu, burada tartışma alanına çekmek için yazmıyorum. Zaten bu iki dostumuz meseleyi kendi aralarında seviyeli bir şekilde tartışma konusu yaptılar. Şiirime eleştirel not yazanın da samimiyetinden kuşkum yok. Görünen o ki, şiirin ne söylediği değil, nasıl söylendiği üzerinde duruluyor. Aslında bu da önemlidir, ama şiiri şekil, hece, nokta, virgül zaruretlerine bağlarsanız o size çok şeyi kaybettirebilir. Bizim divan şiirimizde de buna dikkat edilmemiş. Hatta sadece bu yüzden bu edebiyatta “Med, İmale ve Zihaf” gibi bir uyguluma şiirin ana malzemesi olarak görülmüş ve çokça kullanılmıştır. Bizler nedense, olur olmaz kurallar oluşturarak onların çemberine kendimizi hapsediyoruz? Şairin görevi dil mühendisliğiyse, bunu şairin şiirin kendi iç musikisine yerleştirmeyi başarmasına bakmak gerekir. Değilse bir yerde; ‘mısraların yer yer uyumu bozduğundan’ söz edip arkasından; ‘anlam ve ahenk olarak verdiği mesajın güzelliği’ ifadesi, bir çelişkiyi yansıtmaktan öte başka bir anlam taşımayacaktır. Çünkü ‘ahenk’ ve ‘uyum’ birbirinin müteradifi kelimelerdir. Birini olumsuzluk, öbürünü müspet için kullanmak doğru bir ifade şekli değildir.
Şairin en önemli vasfı dikkatidir. Şiir gibi çok farklı bir dili kullananların yazdıklarının sorumluluğunun bilincinde olması gerekir. Bunu hesaba katanlar, şiirlerine yansıtacakları için büyüyeceklerdir. Bizim gençlerimizin önemli bir kısmının ana problemi buradadır. Manzume yazmak kolaydır, onu bizim sade vatandaşımız da söyleyebiliyor. Kaldı ki, bu insanların içerisinde şaheser mısralar, beyitler ve kıtalar da ortaya koyanlar vardır. Bakın mesela Şerife Ana, bir ev hanımıdır, okur-yazarlığı bile yoktur, ama şu iki mısrası bir kitaplık sözdür: “Pişir pişir söyle sözün,/ Arasında ham bulunur.”
Manzumeyi şiire dönüştürmek, o farklı yaratılışın sahibi olanlarda şiir yeteneği yanında, şiir kültürü de ister. Bir şiiri beğenir ya da beğenmeyiz. Bunu dillendirmek herkesin hakkıdır. Ancak, kendimizi ispat için başkalarına ders vermeye kalkarsak, Şerife Ana’nın ikazı ortaya çıkar. Şairi, kendi kendine verdiği sıfatı değil, şiiri ön plana çıkarmalı. Şiirde neyi nasıl tartışacağımızı bilmeden söyleyeceğimiz her söz bizi bağlar ve ileride de sıkıntıya sokabilir. Bu işin geleneği böyledir çünkü…
YORUMLAR
Güzel yazı dilerim hak ettiğince okunur,
yazınız bana Süleymaniye caminin yapımından sonra Mimar Sinan ve mahallenin çocuklarının arasındaki bilinen hikayeyi hatırlattı.
Süleymaniye Camiinin inşası tamamlanmış, ibadete açılacağı gün ilan edilmişti O gün gelince İstanbul'un her yanından insanlar bu eşsiz eserin açılışında bulunmak için şehrin bu noktasına akın etmişti Herkes hayranlıkla bu Türk mucizesini seyrediyordu Fakat bunlar arasında bulunan bir çocuk, "Aaa şu minareye bakın nasıl eğri!" diye bağırıyordu Herkes de bakıyordu ama bir eğrilik görmüyordu. Çocuğun minarelerden biri için eğri dediği Mimar Sinan'a kadar ulaştı Koca mimar hemen çocuğun yanına geldi ve ona, "Yavrum hangi minare eğri göster bana" dedi Çocuk da "İşte şu" diye minarelerden birini gösterdi.
Mimar Sinan hemen adamlarını topladı Uzun halatları biribirine ekletip minareye bağlattı "Çekin yukarı doğru!" diye çektirmeye başladı Çocuğa da, "Oğlum, bak bu minareyi doğrultturuyorum, sen dikkat et, dosdoğru olunca haber ver" dedi Adamlar gerçekten düzeltiyormuş gibi çekiyorlardı Çocuk bir süre sonra, "Tamam, minare doğruldu" diye bağırdı İşçiler çekme işini bırakıp halatları çözdüler Başından beri olaya tanık olan Sinan'ın ustalarından biri herkesin kafasını kurcalayan soruyu Mimar Sinan'a yöneltti:
- Ulu mimarbaşımız, sen herkesten iyi biliyorsun ki, minarede eğrilik falan yok O halde niçin düzeltmeye kalkıştın?
Mimar Sinan'ın cevabı inceliğin, anlayışın, hoşgörünün simgesi idi:
- Ben bilmez miyim minarede eğrilik olmadığını Ama çocuğun kafasındaki "minare eğri" intibaını da öyle bırakamazdım. Bu yönteme başvurdum ki çocuğun kafasındaki "eğri" kanaati silinsin. Yoksa her yerde çocuk aklıyla minarenin eğri olduğunu söyler, sonra gerçekten eğri olduğu şeklinde bir inanç yayılırdı.
saygıyla
Muhsin İlyas Subaşı
Buna tevafuk diyelim gelin.
Benim yazımı öyle algılamanız hoş bir tespit. Bendeniz, Sinan'ın yurdundanım. Sinan'la ilgili yayınlanmış iki kitabım var. (Taşla Konuşan Deha ve Ağırnaslı Sinan) Üçüncü kitabım, (Aşkımı Taşla Yazdım) adıyla Sinan'ın romanıdır. Umarım önümüzdeki aylarda yayınlanacaktır. O kültürü aldığımız için, demek ki, şuuraltında bir benzeşmeyle durumu benim şiirim üzerinde tartışanlara aktarmış oldum.
İlgi duyar mısınız bilmem,yazıda da sözünü ettiğim gibi, (Şiirden Şuura) adıyla bir de şiir üzerine inceleme-deneme tarzında bir kitabım bulunmaktadır.
Selam ve muhabbetlerimle.
Muhsin İlyas