- 121 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
GÖÇÜK ALTINDA
“Asrın felâketinde yitirdiğimiz canların aziz hatırasına”
“Sabah, güzel bir sucuklu yumurta yap bana...”
Güldü. Gülünce yüzü aydınlanır, yine öyle oldu.
“Bu saatte, nereden aklına gelir bu tür istekler bilmem ki?” demesini beklemedi hiç. O gülümseme böyle bir ima barındırmazdı, nitekim yanılmadığını anladı.
“Hele bir sabah olsun” dedi yumuşacık bir sesle. “Yaparım tabiî...” Onayı uçurtma kuyruğu olup uzadı odanın boşluğunda, saldı ipini... Tavan, duvar kalktı; salt sevgi ve içtenlikten bir gökyüzüne döndü sesinin esintisiyle mutluluğu. Aşkın kalıba girmiş ifadelerinden hoşlanmadığı halde, içinden gelip söyleyiverdi yine de: “İyi ki varsın!” dedi, usulca bir öpücük kondurdu karısının dudağına.
“Hadi, uyuyalım artık! Biliyorsun hafta başı, yoğun bir iş günü bizi bekliyor yarın.”
Uzandı, gece lambasının düğmesine ve oda, gecenin karanlığına gömüldü bir kez daha.
***
Bulunduğu yer, evin neresine denk düşüyor, anlamaya çalışıyor şimdi. Rüyada ya da uyku, bedenini bilinç hâlinden çok uzağa sürüklemiş gibi... Anımsadığı, en son tuvalete kalktığıydı ‘küçük su’ dökmek için. Sonra bir uğultu koptu, zemin ayaklarının altından kaydı; kapılar, duvarlar, camlar, çığlıklar çarpılıp büyüdü gecenin karanlığında. Hiçbir nesne bulunduğu yerde değildi; olmamalıydı, olamazdı zaten. Adını bilmediği bir kuvvet -evde ne varsa-hepsini üstüne doğru savuruyor sanki. Kollarını iki yana açmış, duvarlara omuz ata ata ilerlemeye, ayakta durmaya çalışıyordu: “Allah’ım... Allah’ım... Kıyamet bu!” demiş olmalı en çok...
Ya Gülay’ın sesi? Onun sesini bütün sesler içinden ayırt edebilirim sanırdı, bu kez emin değil... Yatağında her zamanki gibi ağız boşluğundan fışırtılar çıkarıyordu uyurken, çıt çıkarmadan kalkmıştı uyandırırım kaygısıyla. Ne güzel “Yalçın!” derdi o ağız, ne güzel yuvalanırdı sesi, soluğu ağız boşluğunda! “Gülay! Korkma, geldim!” dedi mi? Ulaştı mı sesi, sesine? Tam da yanında olması gerektiği bir anda; birbirlerine en çok ihtiyaç duyacakları bir kesitte hayat, nasıl bir ayrılık tasarlamış olmalıydı ki onlara, kendi kaderleriyle baş başa ve çaresiz kalakalmışlardı. Düşündü, anlamaya çalıştı: “Zaman ve mekân dışına mı atıldık biz, yoksa?”
Yoğun, genzini yakan bir ‘beton tozu’ ve kokusu doluyor bulunduğu boşluğa. Bir yerlerden rüzgâr mı dese, klima mı; yüzüne yüzüne üfürüyor soğuk havayı. “Camı, kapıyı da açık bırakmışlar yine. Ne düşüncesizlik! Ah, birazcık sıcak olsa... Kaloriferler de ısıtmıyor, ne yapsan. Oysaki soba, başkadır. Atarsın odunu, bir harlar; iliğin kemiğin ısınır.” diye geçiriyor aklından; sayıklıyor Yalçın.
Köyde, babasının bahçe içindeki evinde soba yakarlar hâlâ... Sobalı evde büyüdü, o. Kuzine üstünde her dem abdest için bir ibrik su kaynar, bir de misafire çaydanlık... Soba başı, köy meydanı gibidir kışın. Gelen onun başına, yamacına çöker; akşamları kestane çizilip közlenir, sabahları da tandır ekmeği kızartılır sımsıcak; isteyen tereyağı sürer kahvaltıda, isteyen zeytinyağına banar. Arada, anası portakal kabuğu koyar soba üstüne. Mis gibi kokar yemeğin, çayın buğusuyla yer minderli, sedirli oda.
“Gız, Halime Kadın, neler vurdun ocağa bakem?” diye varırdı anasının yanına, evlenip barklanıp hepten Maraşlı olana kadar. Ufak tefek, tostoparlak, başı yazmalı, allı güllü şalvarlı bir kadındı köy yerinde, Halime... Ana, oğul kucaklaştıklarında ‘bu oğlanı bu kadın doğurmuştur’ demezdin. Boyu, boyunun yarısına gelirdi oğlanın. “Aman anasının guzusu gelmişmiş!” deyip sarmaş dolaş oluverirlerdi.
İçi kıyıldı birden. Aklına düştü anası, babası... Özlemi ekmeklik hamur gibi kabardı, hüzne bulandı yüreği sonra. Kaygı, yaladı geçti zihnini: “İyiler mi acaba? Eşek kafam, buraya yerleşeli varamadım yanlarına. İş, hayat gailesi bırakmadı, gideyim.” Ama söz verdi kendine, mazeretsiz varacak bundan sonra... Varacak varmaya ya, doğrulmaya takati olsa... Kafasını yana düşürüp baktı, ötede balta sapı gibi kımıltısız duran bacağına. Kıstırmış bırakmıyor bir beton kütlesi, sağ ayağını... Düşündü, “Gülay da yok, şimdi! Ne ses, ne soluk... Diri diri mezara koymuşlar gibi... Peki, nereye gitti bu insanlar? ” Çaresizliğine içlendi. Kıvranıp durdu. Kalınca bir demir çubuk olsa da soksa betonun altına, çekip çıkarsa ayağını...
“Hey, neredesiniz? Sesime ses veren yok mu? Gülay, gülüm, sen bari ses ver! Neler oldu bize?” Eliyle yokladı çevresini. Bir yumuşaklık hissetti, parmak uçlarında. “Aman Allah’ım! Bir el bu... Gülay! Sen misin? Dokundum bak eline. Benim, ben Yalçın!” Uzanmış kendisine doğru, ama sadece bir kol! Bilek hizasından öne doğru atılmış, bedeni olmayan... Başını yukarı kaldırabilse görecek ya, üstündeki beton örtüyle arasında otuz santim var yok. Olsun! Burada, bir el erimi mesafede; razı... Onun da üstüne yığılmış olmalı enkaz, kıpırdayamıyordur. “Gülay’ım!” diye okşadı parmaklarıyla parmaklarını. “Merak etme! Çıkacağız buradan, dayan gülüm!” dedi, tekrar tekrar. El, donuk ve suskun, atılmış duruyor soğuk zeminde; Yalçın’ın umudu ve direnci olarak.
“Başaracağız! Gelip çıkaracaklar bizi bu kara rüyadan!” Ah, biraz daha odun atsalar sobaya ve böyle üşümese...
***
Üniversite yılları... İzmir, Bornova’da başlayan bir arkadaşlık... Yerleşke içindeki öğrenci yurdunda kalıyorlar. Birbirini gören kız erkek ayrı bloklarda... Gülay, edebiyat öğretmeni çıkacak; kafasına koymuş... Yalçın da tekstil mühendisliği diplomasını alıp bir an evvel eli ekmek tutsun telaşında... Birbirlerini yüreklendirip önlerine koydukları hedefe yönelmişler, kararlı... Yollarına çıkan bütün maddî zorluklara karşın umutlu ve dirençli bir hayat arkadaşlığı onlarınki. Söz vermişler.
Aydınlı ikisi de. Biri Ortaklar, diğeri Umurlu’dan... Trende, hafta sonları evlerine gider gelirken başladı arkadaşlıkları. Sonra, anılar biriktirilen bir güzergâha dönüştü, Denizli treni hattı. Telefon ellerinden düşmüyor zaten. Hafta sonları, mümkünse cumadan yola çıkıyorlar; önce Ortaklar istasyonunda Gülay iniyor trenden, otuz kırk dakika sonra da Yalçın, Umurlu’da... İster eve gidişlerinde, ister İzmir’e dönüşlerinde hep bir ayrılık hüznü ve hep bir kavuşma heyecanı yaşadıkları... Birbirlerine yakınlaştıkça bir bedene girdiklerini duyumsuyorlar, et tırnak gibi.
Yalçın’ın Kahramanmaraş’a gelişi öngörülmüş, planlanmış değil aslında. Staj yaptığı dönemde geldi teklif; ihtiyaçları varmış mühendise... “Çalışır mısın?” dediler, kabul etti o da... Tanınmış bir marka için sürekliliği olan fason üretim yapılacakmış. Eh, maaş da dolgun olunca... Gülay ile evliliklerini mezun oldukları yılın yazına sıkıştırıp ver elini Kahramanmaraş! Gülay’a da bir özel okulda öğretmenlik görevi denk düştü mü? Daha ne olsun? “Aileden uzakta hasretlik ise tek tasa, bir iki yıl sıkıntı çekilir sabırla, avunmayla; su akar yolunu bulur nasılsa!” diye düşünüldü. Hem sanıldığı kadar zor ve çözümsüz değildi kavuşmalar; uçak vardı, saatler içinde gidip gelmeye...
“Biliyor musun?” dedi Yalçın. Gülay’ın eliyle konuşuyor; sözcükler, dokunduğu parmak uçlarından alıyor sıcaklığını... Gülay, iyi bir dinleyicidir zaten. Susar ve dinler söyleneni; lafa girmez, insicamını bozmaz konuşmanın... Söz, bu yüzden ruhuyla ulaşır ona; denileni, denilmek isteneni böyle kavrar, önemser. Söze, söylenene, söyleyene değer veren bir şair mizacı vardır ve Yalçın, onun bu özelliğini ilk karşılaşmalarında, trende tanıştıkları gün keşfetmiştir. Yanındaki birlikte yolculuk yaptıkları kız arkadaşından bariz farkını, adlandıramasa da, o gün hisseder ilk kez. Bir romandan alıp ezberlediği cümleyle ve cesaret edip günler sonra söylemiştir gönül sesini ona: “ Dingin, gizemli duruşun ateşten bir nehir olup gözlerinden yüreğime aktı ve ben, işte o anda senin çekim alanına girdim. ‘Allah’ım, bu kızı benim alınyazım yap!’ diye dualar ettim.”
Gülay, dinliyor sadece.
***
Kaçıncı gün, nerede, kim, kimler yetişti yardımına; hiç bilmiyor. Molozların arasından işittiği; salt açılıp kapanan, dağılıp toplanan bir ses demeti ya da fıskiyesi, uzunca zamandır... Binlerce kamyondan, iş makinesinden, kompresörden kopan pat patlar ve motor uğultusu... Kulağından içeri bir huniyle dünyanın bütün çirkin sesleri akıtılıyor ve bulunduğu yer hep karanlık, hep gece... Derin bir dehlizde tünel açıyorlar, kazı yapıyorlar sanki.
Onu sedyeye alıp bir kahraman gibi alkışlarla karşıladıklarında bile sevinemedi kurtarıldığına, Yalçın. Üstelik kapanmayacak bir gönül yarasıyla yarım, eksik yaşamalara mahkûm olacağını bilmiyordu henüz.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.