- 792 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
haziran
Şiirden Öyküler
Haziran
(1)
Nurşen kaygısız
“Sen hiç haziran oldun mu?” Soru gün ortasının sıcağında kavrulup pencerenin camına ilişti.
Camlar…
Kaç yağmur yıkamıştı güneyden esen fışkınlarıyla. Esen kaç rüzgâr bir yığın tozu, kumu eleyip sürmüştü köşelere.
Ne dışarıdan bakıldığında içeriyi ne de içeriden bakıldığında dışarıyı görmek mümkün değildi. Yarım bir perde camın ancak bir bölümünü kapatmaya yetiyordu. Perdenin gün ışığı alan kısımları solmuş, açık maviye dönüşmüştü. “ Kavrulmamış henüz” dedi.” Henüz kavrulmamış. Kavrulsa lime lime dökülürdü. Başka bir şey olurdu o vakit. Perde değil de yanık bir dal belki. Yanık yeşil bir dal. En harlı ateşindeyken ocağın çekip alınmış ve bir tas su boca edilmiş üzerine.”
Düşüncelerinin tam orta yerinde o harlı ocağa dökülen ateşi duydu. Tüyleri diken diken oldu. Bir kaç damla gözyaşı göz pınarlarından yol bulup süzülmek istercesine aşağılara doğru yuvarlandı.
Her şeye rağmen dışarıdaki limon ağacı yeşil yapraklarıyla koruduğu yemyeşil filizleri gökyüzüne doğru uzatmıştı.
Haziran olmuş muydu? Bu soru nicedir zihnini yakıyordu. Neydi haziran olmak? Sadece yanmak mıydı gün ortasında? Susamak, çok susamak mıydı? Bir ağaç dalına asılı kalmak mıydı yeni çiçekler açıp yeni meyveler göğermeye başlarken?
Her soruyu öyle kolayca yanıt bulmak… Bu mucize kabilinden bir şeydi. Gün olur, ay olur, aylar olur bir soru zihninde döner dolaşır, tekrar döner dolaşır dururdu.
Yıllarını rüzgâra, buluta, yağmura, kara vermiş bir dut ağacı gibi içten içe bir kurt gibi gövdesini oyardı. Sorunun her kımıldanışında kurdun açtığı oyuk biraz daha büyür, büyürdü.
Bu oyuk ne kadardı şimdi? Ne kadar büyümüştü? Ne vardı bu oyuğun içinde?
“Yıllarım “dedi. “Yıllarım bu oyukta saklı. Peki ya yıllarımda ne saklı. O yılların içi tekrar görülebilir mi, bir film şeridi gibi hayal meyal mi geçer insanın gözünün önünden”.
“Taşlığa çıkıyorum Leyla” dedi Hüsrev.
Yukarıdan gelecek sese kulak kabarttı. “leyla, duymamış olmalı seslendiğimi?” diye düşündü. Bahçedeki musluğa takılı hortumu alıp yeni diktiği kadife çiçeklerini, aslanağızları sulamayı düşündü. Günün bu saati bu sıcak hava uygun değildi bu iş için.
“Sıcaktan yanmış kül olmuş” der Leyla. “Biraz da gönül koyar bana. Çiçeklerine su vermediğim için belki.”
Bir yılan gibi kıvrılmış hortumu tuttu. Ucunu arıyordu… Aciz, yaşlı bir kadın gibi köşedeki kavak ağacına tutunmuş asmanın dal aralarında koruklar yemyeşildi. Birkaç haftaya kalmaz bunlar iyice sulanırlardı. Daha olgunlaşmalarına epeyce vakit vardı. Ağustos ayının sonlarına doğru iyice mordan siyaha dönen üzüm salkımlarının yegâne ziyaretçisi olurdu eşek arıları.
O, eşek arılarını bu asmanın sahiplerinden sayardı. Hatta ikinci sahibi denilebilirdi onlar için. Onlar üzüm salkımları etrafında durup dinlenmeden vızıldaşırken bir salkım üzüm için akşamın olmasını beklemek gerekirdi.
Karanlığı beklemek…
Uykuyu beklemek…
Yokluğu beklemek…
Kadife çiçeklerinin dipleri suyla doldu.
Küçük, küçücük göletler oluştu tarhın içinde. Bazı çiçeklerin kökü suyun tazyiki ile ortaya çıkmıştı.
Birkaç kürek toprak alıp köklerin gizlenmesi gerekti. Yoksa bu çiçekler yılgın bir işçi gibi boynunu büker diğerlerinden önce göçüp giderlerdi.
Olağanüstü bir gayret göstererek hortumu kendinden ötelere tuttu. Üzerine çamurlu su sıçrasın istemiyordu. Durup dururken iş çoğaltmanın bir mantığı var mıydı sanki. Yoktu elbette. Ne kadar az iş olursa ne kadar az hareket ve ne kadar az nefes alınırsa o kadar iyiydi…
Bir an düşündüklerinden utandı Hüsrev.
Yüzü al al oldu. Gözlerini hızlı hızlı kırpıştırdı. Bu onun utandığının en somut göstergesi idi. o her zaman böyle davranırdı.
“Leyla…”
“Leyla…”
Neredeydi hala… Bu kadar da bekletilmezdi ki bir insan. Herkesin kendine göre bir işi yok muydu sanki. O da ne yapacaksa yapar nereye gidecekse giderdi vaktiyle.
Gün dediğin neydi ki… Bir tutam aydınlık değil mi?
Simsiyah uzun elbisenin etekleri ardında bıraktığı merdivenleri süpürüyordu. Ağır bastığı yeri incitmek istemeyen dokunuşlarla iniyordu işte. Siyah güllü bir tülbentle alnını çatmış tülbentin hemen altından beyaz bir saç tutamı kulağının üstüne doğru dökülmüştü.
“Hüsrev… Ben artık gelmiyorum. İstiyorsan sen kendi başına git. Olmadı Füruzan’ı çağır. O gelir seninle.”
“Neden gelmiyorsun ki, sorun nedir Leyla?”
“Bir sebep gerekir mi Hüsrev, hoş bir sebep olsa söylemek gerekir mi bunu. Sanki herkes her şeyi bilmiyor mu? Sen bilmiyor musun? Füruzan bilmiyor mu? Neye sebep soruyorsun ki…”
Hüsrev diğerinden daha ağır hissettiği sağ ayağını sol ayağına doğru sürükleyerek çekti. Çamur sıçramış paçalarını başparmağıyla silmeye çalıştırdı. Bu hareketi o çamur damlasını iyice yaymaktan başka bir işe yaramadı. Biraz kırgın biraz da üzgün bir sesle,
“Öyle olsun leyla” dedi.
“Madem gelmek istemiyorsun, seni zorlayacak değilim. Sen kal. Ben yalnız da giderim.”
Leyla başını kaldırıp bahçe kapısına doğru ağır aksak ilerleyen Hüsrev’e baktı. Zaman geçiyordu. Geçerken ağırlaştırdığı yükü omuzlarına bırakarak.
“Haziran ne sıcak bir ay…” diye mırıldandı. Hüsrev Leyla’nın söylediğini işitmemişti.
tmolos edebiyat-temmuz /ağustos 2018
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.