- 519 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
İfadesiz
Aniden döndü ve yanında oturan donuk suratlı adama bakmaya başladı;
“Yüzümde bir şey mi var” soran bakışlar yoktu burada, meraklanan, bekleyen. Muhtemel cevap, yüz yıl sonra bile gelebilirdi. Geriye akarcasına zaman, boynu az önceki konuma geldi. Donuk suratlı adam parmaklarının arasına yakışmayan sigarayı ağzına götürdü. İçine çekerken çıkardığı çıtırtı sesleri bir şey diyecekmiş gibi kurudu. Sessiz dakikalar geçti, bir kaç kendini bilmez esinti onları ya üşüttü ya ısıttı. Sonsuza dek sürecekmiş gibiydi sessizlik, bu kıvranış değildi, bir soruya cevap arama aşaması, bir cevabın doğruluğunu düşünme kısmı hiç değildi. Doğanın her işi keyfi, fakat doğru bir zamanlamayla yürütmesine benziyordu, gidişat. Donuk suratlı adam, aynı ifadesini bozmadan sigarasını oturdukları toprağın kenarına basıp bıraktı. Kum ve kül, mevsimin kuruluğuyla izmariti alıp aşağı yuvarladı; düzinelercesinin yanına. Sigarayı bastığı yer bir siyahlık kazanmıştı, kazanmıştı çünkü binlerce hektarlık aynı tondaki toprağın arasında farka sahipti. Buna kazanmak diyebilmek için farkı önemsemek gerekiyordu. Sonuçta açık sarı veya kahverengiye oranla siyah, tüm renklere olan karşı duruşu temsil etmekteydi. Sevilmeyen, dışlanan, yalnız, kötü, korkunç, acı, tarif edilemeyecek kadar unsur, iyi boyanırdı siyahla. Bu bir kazanç olarak görülecekse, çaresizliğin had safhasına seyahat çoktan gerçekleşmiş demek oluyordu. Donuk yüzlü adam izmaritlerle ilgili düşünüyordu; “acaba onları bu ayna toplumunda, aynı konumda yalnız ve acı içinde bıraktığım için bana kızgınlar mı? Acaba imkânları olsa hakkımda ne konuşurlardı, beni Tanrımı ilan ederlerdi yoksa iblis mi? Belki de aralarında hastalıklı bir düzen oluşturup nereden geldiklerini unuttururlardı kendilerine. Gerçi onlara nereden geldiklerini söyleyecek kimse de yoktu ya! Ben onları ateşlediğimde mi, hayat buluyorlardı. Yo hayır, ben onları toprağa bastırdığımda hayat buluyorlardı. Bu onlar için bir doğum ise kendilerine kurgusal bir yol çizmemeleri için ortada bir nedende kalmıyordu.”
Ağır düşünceleri devam ederken eli eski ceketinin ceplerini yokluyordu, bükülmüş bir sigara buldu çıkardı parmaklarının arasında çevirerek düzledi. Halen yamuk duruyordu, ceplerini yoklamadı, çünkü çakmağının olmadığını biliyordu. "Bir insan çakmağının olmadığını bildiği halde neden üzerini yoklar ki çakmağı var edecekmiş gibi" diye düşündü güldü. Elini yanına isteyen bir şekilde uzattı, birkaç saniye içinde eline sıradan, renkli bir çakmak konuldu. Çıtırt, çıtırt, çıtırtılar ısrarla birbirini tekrarlıyordu fakat ateş çıkmıyordu. Gazına baktı, vardı; çakmak taşı bitmişti. Sağına dönerek sırıtan adama baktı, "adi herif!" Diyerek üstüne fırlattı, gülmüyor, istemsizce sırıtıyorlardı. Hayatın, yüzdelik tablosunda çoğunluğu istemsiz hareketlerle doluydu. İkisi de bunu biliyor, hatırlayana kadar gerçekliğine inandıkları sırıtışın tadını çıkarıyorlardı. Bunu izleyen ilk on saniyede suratları asıldı, sağ taraftan kibrit kutusu fırladı donuk suratlı adamın üstüne. Kutuyu açtı üç tane vardı, rüzgar esiyordu, bu üç hakkı olduğu anlamına geliyordu. "Gökten üç kibrit düşse" diye söylendi. Ölü bir et parçası gibi eğik duran sigarayı dudaklarının arasına sıkıştırdı, eski ceketini kafasına kadar kaldırıp rüzgardan etkilenmemeye çalıştı. Düşündü, kutudaki üç kibriti birden sürtüp yaktı. İçine çekti, çekti, çekti. Tütün nemlenmişti, fakat ucunda bir turunculuk oluştuğunu görünce çekmeye devam etti. İçine dolan canlı dumanı hissedince rahatladı. Ellerini arkaya koydu, donuk suratıyla gökyüzüne baktı. "Acaba gökyüzü de bana bakıyor mu böyle boş boş" diye düşündü.
Sağına döndü:
"Yüzünde koca bir meydan var, cellatlar sırayla dizilmiş, önlükleri kan kokuyor, yüzün daha bu sabah yıkanmış, yüzünün üstündeki ölü kalıntıları daha bu sabah süpürülmüş, insanlar aciz, korkularıyla yüzleşip ölüyorlar, insanlar o iğrenç kokularla yakılıp duruyor, yüzün, darağacını andırıyor." Dedi.