(Mehmet Kaplan, “Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 1” Dergâh Yayınları, 1. baskı 1976, s. 214-234’ten bazı bölümler seçilerek alınmış, sadece bazı parantez içi bilgiler eklenmiştir.)
Eski Türk destanlarında maceraları anlatılan atlı göçebe medeniyetinin yarattığı “alp tipi” son derece aktif ve dışa dönüktür. Dünyaya hâkim olma iradesi taşıyan bu tip, İslâmlıktan sonra “gazi tipi” hâline gelmiş, Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin teşekkülünde büyük bir rol oynamıştır. Dışa dönüklük, aktiflik ve sosyal sorumluluk şuuru bakımından “alp” ve “gazi” tipleriyle Batı medeniyetini vücuda getiren “Promete tipi” arasında benzerlikler vardır. Tanzimattan sonra Namık Kemal neslinin “gazi”, Türkçülerin “alp” tipine karşı sempati duymaları boşuna değildir. Yıkılmakta olan Türk toplumunu kurtarmak için onlar sosyal bilinç altında gizli olarak yaşamasına devam eden bu eski archetype’leri yeniden sahneye çıkarmışlardır. Fakat “Batılı ve modern insan tipi” sadece kahraman değildir. O, kuvvetini bilhassa maddenin sırlarını bilmekten alır. Bu fark dolayısıyla Türk milletinin bu eski archetype’leri yeni medeniyetin kurulmasında ümit edilen tesiri gösterememişlerdir.
İslâmlıktan sonra ilk devirlerde mühim rol oynamış olan “velî tipi” kudretini mistik duygulardan alır. Onda action’dan çok “duygu” (“vecd”, yani kendini kaybedecek kadar İlâhî aşka dalma) ön plânda gelir. Fakat Mevlâna ve Yunus Emre’de görüldüğü üzere, bu tip de kendi içine hapsolmaz; kendinde kutsal varlığın tecellisini (görünmesini) his ve idrak ettikten (algıladıktan) sonra bütün insanlığı ve kâinatı kavrayarak Tanrı’ya yükselmeye çalışır. O da diğer tipler gibi “rahat”ı hayatın gayesi hâline getirmez. Bilakis (tersine) biz onu varlığın parçalanmışlığı içinde ıstırap çekerken görürüz. İçinde daima bir “öte” özlemi bulunan “velî tipi” yerinde duramaz, huzursuzdur; özlediği “öte”ye gitmek için çırpınır. Onu bir çeşit “ruh göçebesi” olarak kabul edebiliriz.
(Divan şairi) Nâbî’nin (1701 yılında yazdığı Hayriyye adlı mesnevisinde konu ettiği) “evsatü’n-nas”ı (vasat, orta insanı), ne alp ve gazi tipi gibi aktif, ne de velî tipi gibi cezbeli (Tanrı aşkı ile yanıp tutuşan) ve ıstırap çeker haldedir. O, kendi içine kapalı, sakin ve rahattır; daha doğrusu içine kapanmak suretiyle rahatlayıp sakin bir hayata kavuşmayı gaye edinir, vaktini “ayat u hikâyat u kasas” (ayetler, hikâyeler ve kıssalar) okumakla geçirir ve böyle yaparak olgunluğa erişeceğine inanır.
Bu kültürlü, pasif ve muhafazakâr tip ne zaman ortaya çıkmıştır, hangi sosyal şartların mahsulüdür, çeşitli meseleler karşısında ne düşünür?
Asya’dan “göçer evli” olarak gelen Türkler, Anadolu’da bir müddet aynı yaşayış tarzını devam ettirdikten sonra köylü ve şehirli hâline gelmişlerdir. Bu hareket daha Selçuklular devrinde başlamıştır. Türkler daha önce Türkistan’da ve İran’da şehir medeniyetini tanıdıkları ve Anadolu’da Bizans örneğini buldukları için, bu medeniyet değişmesi oldukça kolay ve süratli olmuştur.
…….
Devlet, büyüyerek sosyal hayat geliştikçe, göçebelik ortadan kalkıyor, Anadolu’da teşekkül eden iki yeni sosyal sınıf, köylü ile şehirli önem kazanmaya başlıyor. Bu çok mühim sosyal değişme neticesi olarak, il devirlerin hâkim tipleri olan gaziler ve velîler de karakter değiştiriyorlar. Fatih’e gelinceye kadar alp ve gazi kimliklerini koruyan hakanlar, daha sonra büyük şehirlerde zevk ve safa içinde hüküm süren padişahlar hâline geliyorlar. At ve çadırın yerini saray ve taht alıyor. Velîler ve dervişler, büyük tabiatla münasebetlerini devam ettiren köy çevrelerinde mistik duyguları geliştiren bir ortam bulabiliyorlar. Fakat ticaret ve zenaaterbabııyla siyaset ve idare adamlarının yaşamış olduğu şehirlerde göçebe ve köy çevrelerinden çok farklı bir yaşayış tarzı ve hayat görüşü teşekkül ediyor.
Nâbî’nin yaşamış olduğu devirde şehir hayatı çoktan teşekkül etmiş bulunuyordu. Burada ön plâna çıkan kıymet, ne kahramanlık duygusu ne cihangirlik ne vecd, hattâ ne de dindi. Servet, para, mevki ve eğlence şehirlinin büyük bir hırsla istediği şeyler olmuştu.
…….
Modern çağda olduğu gibi zenaat ve ticaret erbabı sosyal hayatta ön plânda gelen bir sınıf da değildi. Şehre hâkim olanlar, kadı ve âyân (eşraf, ileri gelenler, toprak ağaları) idi. Nâbî’nin yaşadığı devirde bunlar adamakıllı bozulmuşlardı. Birbirleriyle anlaşarak halka kan kusturuyorlardı. Nâbî onların zulümlerini ve ahlâksızlıklarını görüyor, fakat elinden hiç bir şey gelmiyordu. O zamanın şartları içinde bir şey yapmasına da hemen hemen imkân yoktu. Bizzat fena olmamayı, fakat başkalarının fenalıklarına karşı seyirci kalmayı tercih ediyordu.
…….
Yüksek tabakanın hayatını ahlâk dışı ve tehlikeli, halk tabakasının hayatını emniyetsiz ve zahmetli bulan Nâbî “orta tbaka”da kalmayı tercih eder. Bu tabakaya ait yerler içinde ise “en rahat”ı “divan hocalığı”dır. Nâbî oğluna hararetle bu mesleği tavsiye eder.
…….
Tanzimattan sonra bu tabakadan çıkan bazı gençler, Babıali’nin “kalem efendileri”, Batıdan gelen ihtilâlci fikirleri benimseyerek birtakım sosyal değişikliklerin meydana gelmesine sebep olmuşlardır. Fakat bu tabakanın karakteristiği ihtilâlcilik olmaktan çok, muhafazakârlıktır. Çünkü ihtilâl geçici bir şeydir. Kompleks devlet makinesini bu sosyal tabaka yürütür. Orta sınıf, teşekkül eden sosyal düzeni devam ettirir. Osmanlı devleti kurulduktan sonra böyle bir sosyal tabaka oluşmuştur. Osmanlı bürokrasisi, Osmanlı kültürü, Osmanlı nezaketi bu tabakanın eseridir. Evvelce de belirtildiği üzere, fetihleri hemen takip eden şehir hayatı kurulunca ve kompleks hâle gelince, sayısı gittikçe artan, büyüyen bir idareci ve memurlar zümresi meydana gelmiştir. Nâbî’nin “orta insan”ı (orta tabaka, orta sınıf, orta direk) işte bu sınıfa girer.
…….
Nâbî’nin evine kapanarak penceresinin arkasından seyrettiği sosyal sarsıntılar Türk toplumunu kaçınılmaz olarak “dış”a bakmaya ve “dışarı” çıkmaya zorlamıştır. 18. asırda yerli tesirlerle başlayan “dışa açılma hareketi”, 19. asıra Batı’dan gelen tesirlerle, bütün Türkiye gibi tabiî ki Türk edebiyatını da baştan başa istilâ etmiştir.
Prof. Dr. Mehmet KAPLAN
(Mehmet Kaplan, “Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 1” Dergâh Yayınları, 1. baskı 1976, s. 214-234’ten bazı bölümler seçilerek alınmış, sadece bazı parantez içi bilgiler eklenmiştir.)
Eski Türk destanlarında maceraları anlatılan atlı göçebe medeniyetinin yarattığı “alp tipi” son derece aktif ve dışa dönüktür. Dünyaya hâkim olma iradesi taşıyan bu tip, İslâmlıktan sonra “gazi tipi” hâline gelmiş, Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin teşekkülünde büyük bir rol oynamıştır. Dışa dönüklük, aktiflik ve sosyal sorumluluk şuuru bakımından “alp” ve “gazi” tipleriyle Batı medeniyetini vücuda getiren “Promete tipi” arasında benzerlikler vardır. Tanzimattan sonra Namık Kemal neslinin “gazi”, Türkçülerin “alp” tipine karşı sempati duymaları boşuna değildir. Yıkılmakta olan Türk toplumunu kurtarmak için onlar sosyal bilinç altında gizli olarak yaşamasına devam eden bu eski archetype’leri yeniden sahneye çıkarmışlardır. Fakat “Batılı ve modern insan tipi” sadece kahraman değildir. O, kuvvetini bilhassa maddenin sırlarını bilmekten alır. Bu fark dolayısıyla Türk milletinin bu eski archetype’leri yeni medeniyetin kurulmasında ümit edilen tesiri gösterememişlerdir.
İslâmlıktan sonra ilk devirlerde mühim rol oynamış olan “velî tipi” kudretini mistik duygulardan alır. Onda action’dan çok “duygu” (“vecd”, yani kendini kaybedecek kadar İlâhî aşka dalma) ön plânda gelir. Fakat Mevlâna ve Yunus Emre’de görüldüğü üzere, bu tip de kendi içine hapsolmaz; kendinde kutsal varlığın tecellisini (görünmesini) his ve idrak ettikten (algıladıktan) sonra bütün insanlığı ve kâinatı kavrayarak Tanrı’ya yükselmeye çalışır. O da diğer tipler gibi “rahat”ı hayatın gayesi hâline getirmez. Bilakis (tersine) biz onu varlığın parçalanmışlığı içinde ıstırap çekerken görürüz. İçinde daima bir “öte” özlemi bulunan “velî tipi” yerinde duramaz, huzursuzdur; özlediği “öte”ye gitmek için çırpınır. Onu bir çeşit “ruh göçebesi” olarak kabul edebiliriz.
(Divan şairi) Nâbî’nin (1701 yılında yazdığı Hayriyye adlı mesnevisinde konu ettiği) “evsatü’n-nas”ı (vasat, orta insanı), ne alp ve gazi tipi gibi aktif, ne de velî tipi gibi cezbeli (Tanrı aşkı ile yanıp tutuşan) ve ıstırap çeker haldedir. O, kendi içine kapalı, sakin ve rahattır; daha doğrusu içine kapanmak suretiyle rahatlayıp sakin bir hayata kavuşmayı gaye edinir, vaktini “ayat u hikâyat u kasas” (ayetler, hikâyeler ve kıssalar) okumakla geçirir ve böyle yaparak olgunluğa erişeceğine inanır.
Bu kültürlü, pasif ve muhafazakâr tip ne zaman ortaya çıkmıştır, hangi sosyal şartların mahsulüdür, çeşitli meseleler karşısında ne düşünür?
Asya’dan “göçer evli” olarak gelen Türkler, Anadolu’da bir müddet aynı yaşayış tarzını devam ettirdikten sonra köylü ve şehirli hâline gelmişlerdir. Bu hareket daha Selçuklular devrinde başlamıştır. Türkler daha önce Türkistan’da ve İran’da şehir medeniyetini tanıdıkları ve Anadolu’da Bizans örneğini buldukları için, bu medeniyet değişmesi oldukça kolay ve süratli olmuştur.
…….
Devlet, büyüyerek sosyal hayat geliştikçe, göçebelik ortadan kalkıyor, Anadolu’da teşekkül eden iki yeni sosyal sınıf, köylü ile şehirli önem kazanmaya başlıyor. Bu çok mühim sosyal değişme neticesi olarak, il devirlerin hâkim tipleri olan gaziler ve velîler de karakter değiştiriyorlar. Fatih’e gelinceye kadar alp ve gazi kimliklerini koruyan hakanlar, daha sonra büyük şehirlerde zevk ve safa içinde hüküm süren padişahlar hâline geliyorlar. At ve çadırın yerini saray ve taht alıyor. Velîler ve dervişler, büyük tabiatla münasebetlerini devam ettiren köy çevrelerinde mistik duyguları geliştiren bir ortam bulabiliyorlar. Fakat ticaret ve zenaaterbabııyla siyaset ve idare adamlarının yaşamış olduğu şehirlerde göçebe ve köy çevrelerinden çok farklı bir yaşayış tarzı ve hayat görüşü teşekkül ediyor.
Nâbî’nin yaşamış olduğu devirde şehir hayatı çoktan teşekkül etmiş bulunuyordu. Burada ön plâna çıkan kıymet, ne kahramanlık duygusu ne cihangirlik ne vecd, hattâ ne de dindi. Servet, para, mevki ve eğlence şehirlinin büyük bir hırsla istediği şeyler olmuştu.
…….
Modern çağda olduğu gibi zenaat ve ticaret erbabı sosyal hayatta ön plânda gelen bir sınıf da değildi. Şehre hâkim olanlar, kadı ve âyân (eşraf, ileri gelenler, toprak ağaları) idi. Nâbî’nin yaşadığı devirde bunlar adamakıllı bozulmuşlardı. Birbirleriyle anlaşarak halka kan kusturuyorlardı. Nâbî onların zulümlerini ve ahlâksızlıklarını görüyor, fakat elinden hiç bir şey gelmiyordu. O zamanın şartları içinde bir şey yapmasına da hemen hemen imkân yoktu. Bizzat fena olmamayı, fakat başkalarının fenalıklarına karşı seyirci kalmayı tercih ediyordu.
…….
Yüksek tabakanın hayatını ahlâk dışı ve tehlikeli, halk tabakasının hayatını emniyetsiz ve zahmetli bulan Nâbî “orta tbaka”da kalmayı tercih eder. Bu tabakaya ait yerler içinde ise “en rahat”ı “divan hocalığı”dır. Nâbî oğluna hararetle bu mesleği tavsiye eder.
…….
Tanzimattan sonra bu tabakadan çıkan bazı gençler, Babıali’nin “kalem efendileri”, Batıdan gelen ihtilâlci fikirleri benimseyerek birtakım sosyal değişikliklerin meydana gelmesine sebep olmuşlardır. Fakat bu tabakanın karakteristiği ihtilâlcilik olmaktan çok, muhafazakârlıktır. Çünkü ihtilâl geçici bir şeydir. Kompleks devlet makinesini bu sosyal tabaka yürütür. Orta sınıf, teşekkül eden sosyal düzeni devam ettirir. Osmanlı devleti kurulduktan sonra böyle bir sosyal tabaka oluşmuştur. Osmanlı bürokrasisi, Osmanlı kültürü, Osmanlı nezaketi bu tabakanın eseridir. Evvelce de belirtildiği üzere, fetihleri hemen takip eden şehir hayatı kurulunca ve kompleks hâle gelince, sayısı gittikçe artan, büyüyen bir idareci ve memurlar zümresi meydana gelmiştir. Nâbî’nin “orta insan”ı (orta tabaka, orta sınıf, orta direk) işte bu sınıfa girer.
…….
Nâbî’nin evine kapanarak penceresinin arkasından seyrettiği sosyal sarsıntılar Türk toplumunu kaçınılmaz olarak “dış”a bakmaya ve “dışarı” çıkmaya zorlamıştır. 18. asırda yerli tesirlerle başlayan “dışa açılma hareketi”, 19. asıra Batı’dan gelen tesirlerle, bütün Türkiye gibi tabiî ki Türk edebiyatını da baştan başa istilâ etmiştir.