0
Yorum
2
Beğeni
3,0
Puan
213
Okunma

Hayat yolumun tam ortasında, kaderin paslı bıçağı gibi içimi yaran bir gecede, hiçliğin kara ormanında uyandım. Ağaçlar göğe değil, üzerime doğru eğiliyordu; sanki her biri eski bir hatanın, yarım kalan bir cümlenin, yarım kalmış bir kişinin iskeletiydi. Her gövde, unutamadığım bir korkuyu taşır gibi içten içe çürüyordu.
Yol yoktu. Işık yoktu. Sadece kendi adıma benzeyen bir yankı vardı: “Döneceksin.” Ama nereye? Kime? Neden?
Köklerin arasından gri bir sis sürünerek geldi. İçinde yüzler gördüm; hiçbiri tam seçilmiyordu ama her birinin göz çukurları boştu. Bana baktıklarında, “Sen de buraya aitsin” dediler. O an anladım: Burası kaybolanların değil, döndürülmeyenlerin ormanıydı.
Ormanın derinliğinde bir gölge yürüdü. Bir kadın silueti… ama yüzü yoktu. Yüzünün yerinde karanlık vardı ve o karanlık benim anılarımdan besleniyordu. Göğsünü açtığında, içinden bir isim sızdı: Sare.
Bu ismi duyduğum anda ağaçların rengi daha da karardı; her çalı, her taş, her gölge ona eğildi. Sanki bu yer onunla işaretlenmişti, sanki bu orman onunla başlıyor, onunla bitiyordu.
“Burada ne arıyorsun?” dedi yüzsüz gölge. Sesi bir dua gibi değil, bir lanet gibi döküldü toprağa.
“Gerçeği,” dedim. “Kimin suçlu olduğunu bilmek istiyorum.”
Gölge güldü. Gülüşü bir mezarın kapağının sürtünmesi kadar soğuktu.
“Gerçeğin burada yeri yok. Burada sadece itiraflar çürür.”
Adım attım, orman kendi kendine hareket etmeye başladı. Ağaçlar yer değiştiriyor, yollar bükülüyor, geri dönmek istediğim her an aynı noktaya çarpıyordum. Bu mekânın tek bir yasası vardı: kaçmaya çalışan aynı acıya geri döner.
Bir vadiden inilince cehennemin ilk çemberi açıldı:
Birinci Çember; Zamanın Susturduğu Kelimeler
Burada kim konuşmaya çalışsa sesi çıkmıyordu. Diller köklenmiş, ağızlarda kararmıştı. “Keşke söyleyebilseydim,” diyen herkes sessizliğe gömülmüş duruyordu. Onların arasında kendi gölgemi gördüm: beni yıllarca susturan, “son anda konuşmayı” hep erteleyen halimi.
Bir duvarın üzerine kazınmıştı: “Hiçbir kelime söylenmeyince doğru olan zaten ölmüştür.”
İkinci çembere yürüdüm.
İkinci Çember; Kıskançlığın Kör Fırtınası
Rüzgâr insanları sağa sola savuruyordu. Her rüzgâr darbesinde geçmişten görüntüler kopup çarpıyordu yüzlere: benim güvensizliğim, onun suskunluğu, başkalarının varlığına tahammül edemeyişim. Herkes kendi zihninin çıplak aynasında parçalanıyordu.
Bir kadın figürü belirdi; yüzü yoktu ama sesi tanıdıktı: “Sen bana değil, kendi kurduğun gölgeye inandın.”
Üçüncü çembere indim.
Üçüncü Çember; Şüphe Bataklığı
Toprak ayaklarımın altından çekiliyor, çamur beni yutmaya çalışıyordu. Burada kimse yalan söylemiyordu; ama kimse gerçeği de bilmiyordu. İnsanlar kendi sorularında boğuluyordu: “Beni gerçekten sevdi mi?”, “O gece ne düşündü?”, “Neden dönmedi?”
Cevap yoktu. Cevap istemek bile cezaydı.
Dördüncü çembere vardığımda artık nefesim titriyordu.
Dördüncü Çember; Gecikmiş Kararların Çarkı
Dev bir taş çark dönüyordu. Üzerinde geç kalınmış mesajlar, geç gelmiş sözler, geç fark edilen hatalar vardı.
Her dönüşünde metalik bir ses yükseliyordu: “O an doğru olan neydi?” Ben cevap vermeye çalıştım, ama çark daha hızlı dönmeye başladı. Soruyu yanlış cevaplamanın cezası buydu: tekrar tekrar aynı ana döndürülmek.
Beşinci çembere inince ateş beni karşıladı.
Beşinci Çember; Öfkenin Kızıl Kuyusu
Burada ateş yakmıyordu; insanı kendi içindeki yangına zorla baktırıyordu. Alevlerin arasında yüzler gördüm. Her biri tanıdık bir öfkeydi: “Niye böyle yaptı?”, “Ben ne eksik yaptım?”, “Neden anlamadı?”
Ateş beni içine çektiğinde gerçeği işittim: “Öfken, kaybettiğin kişiye değil, anlatamadığın kendineydi.”
Altıncı çembere yürüdüğümde gökyüzü bile paslanmış gibiydi.
Altıncı Çember; Yarım Kalan Gelecekler Mezarlığı
Soğuk taşlardan yapılmış mezarlar vardı. Her mezarın üzerinde bir tarih yoktu; bir ihtimal yazılıydı: “Olabilirdi”, “Belki de”, “Keşke yaşansaydı”… Benim mezarımın taşında bir tek kelime yazıyordu: “Erken bitti.”
Yedinci çembere indiğimde ormanın sesi değişti.
Yedinci Çember; Kendi Kendini Suçlayanlar Çölü
Yanan kumların üzerinde insanlar kendi gölgeleri tarafından kovalanıyordu. Her gölge, sahibinin pişmanlığını taşıyordu: “Onu kırdım”, “O beni kırdı”, “Bir daha böyle olmasın.”
Ben de kendi gölgemle yüzleştim. Gölge bana şunu fısıldadı: “Sen doğru kişiye yanlış zaman, yanlış kişiye doğru zaman oldun.”
Sekizinci çemberde artık hiçbir ses duymuyordum.
Sekizinci Çember; İnançsızlığın Kuyusu
Bu yerde insanlar bir umuda sarılmaya çalışıyor, amma her umut bir taş gibi elden kayıyordu. Burada hiçbir dua duyulmuyordu. Hiçbir dönüş yaşanmıyordu. Kimse affedilmiyor, kimse affetmiyordu.
Ve kuyunun dibinde bir yazı: “Beklemek de bir günaha dönüşebilir.”
Dokuzuncu çembere indiğimde cehennemin kalbine vardım.
Dokuzuncu Çember; Donmuş Gerçek
Burası ateş değil, buzla kaplıydı. Gerçek ateş yakar, ama gerçeklerden kaçanların cehennemi donuktur. İnsanlar burada donmuş hâlde kalıyordu: elini uzatamamış olanlar, konuşamamış olanlar, geç kalmış olanlar.
Buzun içinde tanıdık bir siluet gördüm. Yine yüzü yoktu ama adı vardı: Sare.
Ona dokunmak istedim. Buz çatladı ama kırılmadı. O kırılmayışta şu hakikat gizliydi: “Bir şey kırılmadan bitmez. Bitiyorsa çoktan kırılmıştır.”
Sare’nin boş göz çukurlarından yükselen ince bir fısıltı duydum: “Burada biten, sende yeniden doğuyor… ama benimle değil.”
Sonra buz tabanı çöktü ve karanlık beni içine çekti.
5.0
50% (1)
1.0
50% (1)