0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
34
Okunma
Ey Nihal…
Rüzgârın adını sessizliğime fısıldadığı o ilk anda
anladım:
Sen, eski çağların gizli tanrıçasıydın.
Saçlarına dokunan her esinti,
Zamanın omzuna konmuş bir kehanetti.
Benim gönlümse,
Göç eden kuşlar kadar huzursuz,
Kök salmak bilmeyen bir rüzgâr çocuğuydu.
Rüzgâr savurdu saçlarını,
Ben o savruluşta kaderimin yönünü gördüm.
Dallar titredi —
Belki de titreyen bendim,
çünkü her titreyiş
beni sana biraz daha yaklaştıran
mistik bir çağrıydı.
Ey Nihal…
Sen ki, eski bir efsanenin unutulmuş mısrası,
Ben ki, o mısranın ardında sürgün bir derviş.
İkimiz de bilirdik:
Aşk, bazen ateşten bir suret,
bazen esintiden bir sır olur.
Ve rüzgâr,
sevgililerin kaderine hükmeden
görünmez bir ârif.
Ben seni düşünürken,
rüzgâr bilinmezliğe doğru üfler
ve düşüncelerim göğe karışır.
Belki bu yüzden
adını her andıkça
evrenin bir noktasında
yeni bir yıldız doğar gibi olur içim.
Ey Nihal…
Rüzgârla konuşmayı bilenler
aşkı da başka türlü yaşar.
Seninle her kelime,
uzak bir mitin gölgesinde
yeniden yaratılır.
Ve ben,
senin esintinle var olduğumu
bir kez daha anlarım:
Aşk, bazen bir kadının saçında saklıdır,
bazen de o saçları savuran rüzgârın
sonsuz, özgür, coşkulu fısıltısında.
Ve ben —
Senin rüzgârına yazılmış
kadim bir duayım, Nihal.