3
Yorum
13
Beğeni
5,0
Puan
134
Okunma
(10 Ekim anısına)
Laflar büyük:
Kocaman kocaman amcalar, geçmiş bir ekran başına konuşuyorlar.
Yakaları kolalı.
Mideleri akşamdan kalma, geniş hâlâ.
Özgürlük. Eşitlik. Adalet. Bilinç.
Hepsi için çığırıyorlar...
Artık bu kelimelerin hiçbir anlamı yok.
Raflarda parlayan etiketler gibi duruyorlar;
görünüşleri var ama içi boş, bir işe yaramıyorlar.
İnsanın özü kaybolmuş.
Hoşgörü, öngörü, iç sesi yok!
Geriye yalnızca biraz gürültü eşliğinde düzgün cümleler,
iyi pozlar ve gösterişli parıltılar kalmış.
Sanki herkes bir oyun alanında ve en iyi gösterisine hazırlanıyor.
Kimi kahvesini yudumlarken düşünür gibi,
kimi ekran başında “devrim” yapıyor.
Ama kimse bedel ödemiyor.
Çünkü acı konforsuz,
konfor ise yeni tanrımız.
Direnmek ise artık poz vermek gibi;
öfke estetiksel bir seçim.
Kime ne uygunsa, işine ne yarıyorsa oradan yürüyor.
“Bilinçli görünmek” yeterli sayılıyor.
Biraz jargon, biraz alıntı, biraz öfke...
Herkes kendi küçük alanında sözde hakikati oynuyor.
Oyun güzel, ama sahici olmuyor.
Modern çağın aydınları işte...
Çoğu yalnızca görünür olmak için konuşuyor.
Sözde sanat sevicileri ve onların sahte kontesleri.
Fikir üretmek yerine, hazır sloganları tekrarlıyorlar.
Biraz alıntı.
Biraz çalıntı.
Hepsi sanki o aynı ışıklı sahnede mükemmeli oynuyor.
Bütün idealler ve “-izm”lerin içi boşaltılmış;
içinde insan yok.
Hakikati savunduklarını söylerken
konfor alanlarını savunuyorlar aslında.
Kendi seslerini yükseltmekten, duyulur kılmaktan başka amaçları yok aslında.
Sorunlara dair gerçek düşünce yok;
derinlik yok, cesaret yok, risk yok.
Çünkü çağımızda özgürlük bedel ister.
Bedel ise acı verir.
Ama kimse acıyı göze almıyor;
sadece parıltılı kelimelerle sahnede duruyorlar.
Gösteri alanları dolu, spotlar yanıyor, perdeler hep açık.
Ama alanda kimse yok.
İdealler dekor olmuş,
duygular cilalı bir aksesuar.
Gerçek acı yerini kontrollü hüzne bırakmış;
gerçek fikir, popüler slogana dönüşmüş.
Ve biz hâlâ izliyoruz.
Kendimizi, birbirimizi ve ekran yansımalarını.
Beğeniyoruz, paylaşıyoruz,
ama düşünmüyoruz, hissetmiyoruz.
Düşüncenin yerini izlenme,
duygunun yerini paylaşılma almış.
İletişim çoğaldı, anlam azaldı.
Gürültü arttı, derinlik kayboldu.
Belki de asıl trajedi bu:
Artık hakikati aramıyoruz,
sadece güzel görünmesini istiyoruz.
Aydın görünmek kolay,
ama bunca uyuyanın arasında gerçekten uyanık kalmak hâlâ cesaret istiyor.
Dünya bir gösteri alanına dönmüş sanki.
Herkes rolünde, herkes göz alıcı, herkes parlak ve pürüzsüz.
Ama spotlar söndüğünde
geriye sadece sessizlik kalıyor.
İçimde derin bir sus!
İşte diyorum işte:
Doğduğun çağın iki yüzlülüğü.
Sahteliği...
Boğaz’a karşı oturup semiren amcaların yüz karasında,
beyaz atlılarına binip giden beyaz atlıların ardından el sallıyorum.
Bir karanfil bırakıyorum Gar meydanına.
Tıkıyorum kulaklarımı.
Üç saniye arayla iki patlama.
Bir.
İki.
Üç.
Yırtılır gök, susar türküler.
Kanın kırmızısı, dumanın grisi,
yüzü aşk olanların çığlığı düşer.
Kimdir suçlu, kimdir kurban,
kimdir kör bıçak?
Gar’da bir karanfil şimdi,
gözyaşına boğulur.
O sabahın acısı
Tanrım,
Tanrım...
Hâlâ içime dokunur.
Ve bir ıslık tuttururum yakama dua niyetine:
“Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Bir çok seneler geçti, dönen yok seferinden.”
5.0
100% (5)