9
Yorum
50
Beğeni
5,0
Puan
661
Okunma
Her sustuğunda
boğazında ince bir sızı bırakırdı kelimeler.
Bir nehir gibi dolanır,
şiire dökülürdü,
henüz gözyaşı olmadan önce.
Gölgesi zikr’e gömülmüş bir ârifti,
dilinde uykusuz bir masalın fısıltısı.
Yol yorgunuydu
omzunda çocukluğunun yitik oyuncağı,
yüreğinde bir babanın sessiz ağıdı.
Adımlarını dökerdi unutulmuş eşiklere,
her adımda
zaman bir çatlak daha atardı yüzüne geçmişin.
Sokak,
suskun bir aynaydı kırık camlarla örülü.
Her susuşta kanardı duvarların dili.
Bir mavzer sükûneti sinmişti duvar diplerine,
kör pencereler
hâlâ düş görürdü uyanmaktan korkarak.
Bir nâzenîn,
göğsünde solmuş bir şal gibi taşıdığı hatıraları
asardı anıların pervazına.
Gözleri sabitti
bir zaman çerçevesinde asılı kalmış bakışlarla
dururdu geçmişin ucunda.
Kır çiçeği unutan bir rüzgâr
yanık bir ilahi gibi dolaşırken ovayı,
Kuru bir ağıtın ucunda dururdu suskun ibrik
Avluda eksilirdi çocuk sesleri,
ve annemden kalma bir ninninin gölgesi
sarılırdı taşlara,
sanki her şey biraz daha içe çekilirdi.
Yaralı bir serseri
çökmüş dizlerinin üstünde,
bir bozlak mırıldanırdı titreyen bakışlarıyla.
Avuçlarıma sinmiş zamanın kokusu
Solgun bir çehre düşürürdü cebinden
gözleri hâlâ
bir akşamın eşiğinde unutuşa direnirdi.
Dönmeyecek bir nikâhtı artık o bakış.
Sonra bir ârif süzülürdü dizelerin arasından,
gölgesi yavaşça yayılırdı
sessizliğin kucağına.
Elinde bir kehribâr tesbîh
her tanesi bir kırık dua,
bir ah kadar yavaş
az sonra unutulacak bir hüzün.
biraz hevâ,
biraz sıdk,
biraz onun zıddı…
O an
şiir, küllerinden
bir gül gibi yeniden açardı
....