1
Yorum
12
Beğeni
0,0
Puan
198
Okunma

_____
Yozgat’a döndüm geçen yıl,
dönmem sandığım yılların yüküyle.
İlk adımı attığım anda
çınladı içimde bir ses:
“Burası artık senin değil,
ama sen hâlâ onun’sun.”
Alaturka şehrin arnavut kaldırımları karşıladı beni.
Çocukluğumun ayak izleri
hala taşların arasında titriyordu.
Sanki bir daha yürüyemezmiş gibi
çekindi ayaklarım.
Evler…
Evlerimiz yıkılmış ya da yıkılacak kadar yorgun.
O kapı eşiğinde babannem diz çökerdi bir zamanlar.
Şimdi sadece
sıvaları dökülmüş bir yetimlik kalmış geriye.
Komşular, akrabalar yok,
Şükrü amca yok, Melek teyze susmuş,
cam önlerinde artık kimse yok.
Tenekelerdeki sardunyalar kurumuş...
Mezarlık sessiz.
Taşların dili yok,
ama ben babamın susuşunda
dünyanın bütün ağıtlarını işittim.
Bir mezar taşı eğilmiş gibiydi hafifçe,
sanki o da gözlerime bakmak ister gibi…
Kalbimin bahçesini çitleyip
geçmişi aramadım.
Çünkü bilirim:
Geçmiş, aranmadan gelir.
Bir kokuda,
bir kuş kanadında,
bir annenin çağırışında…
Ömrümün arka avlusunda
neler uğurlamadım ki...
Yamalı önlüklerimi,
çocuk gülüşlerimi,
bayramlık ayakkabılarımı
ve en çok da “Babıll” diyen sesini, babam...
Şimdi Yozgat,
benim içimde bir suskun dağ gibi duruyor.
Konuşmuyor ama biliyor.
Gidenin nereye gittiğini,
kalanın neye dönüştüğünü
ve bir şehrin nasıl kabuk değiştirdiğini...
Ben seni hiç terk etmedim Yozgat’ım.
Sen içimdeydin,
yalnızca biraz derindeydin.
Ama bu dönüş,
bir vuslat değildi.
Bu dönüş,
bir veda’nın tam kendisiydi.
Ben Yozgat’a dönmedim ki hiç,
o hep içimdeydi…
Bir akşamüstü Yozgat terminalinde
gözlerime çöken yaşta
çözüldü dilimdeki bütün susmalar.
O vakit anladım,
şehir şehir gezinse de insan
bazı dualar ilk yutkunduğu yerde kalır.
Eski sokaklar merak eder beni artık,
ben de onları.
Çünkü o taş aralıklarında
pirlerin gölgesi gezinir hâlâ:
Yunus’un sabrı,
Yusuf’un kuyusu,
Hacı Bektaş’ın dilsiz huzuru
bir ikindi yeliyle dokunur saçlarıma.
Kimi evin eşiğinde
bir dua asılı kalmış gibi,
“amin” demeden geçemem
eski zamanın izinden.
Avlularda pişmiş bir aşın buharı,
tahta pencerenin perdesinde durmuş.
Bir kadın elinin hamurunda
toprakla yoğrulmuş
sabır…
ve belki de o sabırla
kurulmuştu bütün ömür…
Doğduğum yurdum,
Bana çocukluğumu değil,
inanmayı öğretti.
Bir komşu eline,
bir kurumuş yaprağa,
duvarda asılı kalmış kandilin ışığına bile…
Şimdi seni hatırlamak
sadece özlem değil.
Bir öğreti,
bir dua,
bir teslimiyettir artık içimde.
Çünkü ben,
o avlunun tam ortasında
bir ermişin eteğine dokunmuşum sanki.
Ve her şiir
bir hatırlayış artık:
İçimden geçen sabırlı evliyaların
sessiz adımlarıyla dolaştım her köşeyi
Ve ne anılar karşıladı şu sızlayan yüreğimi…
Ben bu şehre yıllar sonra dönerken
elimde bir deste unutuş vardı
ama Yozgat…
sen yine de tanıdın beni.
Arnavut kaldırımların,
çocukluğumun içini çekerek giydiği eski ayakkabılar gibi
öyle tanıdı, öyle sarıldı ki bana...
bir anda
pirlerin nefesi dolaştı sokaklarda.
Bir evin çatısından
Yunus’un sabrı sızdı,
bir diğerinden dedemin şefkati…
Ah o haşmetli konaklar
birbirine sırt veren,
kiremitleriyle dua tutan evlerdi onlar.
İçlerinde ocaklar vardı
yalnız yemeğin değil, sözün piştiği.
Ve her köşe başında
bir dede duası,
bir ana niyazı beklerdi
yoldan geçenin kalbine düşmek için.
şimdi o evler çatlak bir zaman gibi.
Duvardan sarkan sarmaşık değil artık,
geçmişin dili…
Bir dede yok pencere önünde,
bir nine çıkmıyor avludan,
bir mendil bile savrulmuyor göğe...
Ben, bu mezar sessizliğinde yürürken
kendi kalbimin taşına bastım sanki.
Her yokuş bir özür gibiydi geçmişten,
her iniş bir "keşke"...
Ve biliyor musun
ben en çok da
adı unutulmuş evliyaların
o alaturka sokaklara sinmiş dualarını özledim.
Hiçbir kitabın yazmadığı
her annenin kalbine nakşettiği o
sessiz, kokulu, derin duaları…
Şimdi bu şehir
pirlerin suskunluğunda ağlıyor.
Ve ben…
diz çökmek geliyor içimden
bir taşın önüne,
bir gölgeye,
bir hatıraya
ve fısıldamak:
"Ben geldim.
Ama içimdeki çocuk,
burada gömülü kalan babasına
her gün yeniden veda ediyor."
Peri Feride ÖZBİLGE
02.06.2025