Niçin uzun şiir yazılmaz/kim ister ki saçılsın içindeki cinayetlerin...
beşinci vakti
gecenin dün çoktan iğfal edilmiş bu güne dışarda çöp varilinin kapağı düşürüyor kedi uyanıyorum yiyecek buldu mu acaba tuvalete gidiyorum yarı uykulu gözler aynada işiyorum uzun süre yatağıma dönüyorum bir kadın yatıyor tanımadıklarımdan yüzüstü uyuyor çarşaf belinde pürüzsüz teni çıplak yüzü yan aralık dolgun dudaklarında dişleri parıldıyor kısacık saçları sarı bir güvercin tünemiş omzuna günahlarını ayıklıyor ay uzanmış sırtına bel çukurunda yudumluyor şarabını tanrım neden tüm kadınlar bir melek uyurken cinayet vakti komidi çekmecesi safra rengi eşarp alıyorum narin boynuna sancılı gün bitimi hasta galata köprüsü peydahlanmıştı yokluğunun dolaştığı çilek bahçelerinde kangren bakışlarımda hamam böcekleri cirit atıyor doktorun biri midyecileri doldurdurmakta ambulans konsoluna şehir içi vapurları yine de indirir sahipsiz yolcularını bana mısın demeden bankacılar sokağından kıvrılıp istiklale çıkmıştım sol koltuk altımda tünel ne kadar da uzunmuş boyu tüylerini okşuyordum bütün meydan savaşları yüreğimde yanık cesetler itfaiyenin suyu yetmiyor bulutların diri göğüslerini sağıyorlar az ileride bir kilise değil mi ki tanrının evi sığındım avlu pek de kalabalık değil birkaç ağaç beş altı insan avuçlarımda karınca akınları sanki gökten biri bileklerimi kesmekte cam rengi bıçakta anaç bir kadın gözü serin bir huzur içeri girdim kocaman dikdörtgen kibrit kutusunu anımsatıyor içinde solucanlar sakladığımız çocukluğumuz yağmurları bildiğiniz şeyler kartpostallar meryem isa figürleri tavan ve duvarlarda bir de bağış kutusu sıralarda ioturanlar her yaştan sanırım sevap bekliyorlar kimse görmedi tanrıdan başka varsa hem de işaret parmağımı soktuğumu şarap kâsesine içimde kılıçlar çekilmişti süvariler akıncılar ara sokakların birinde hamama girdim güya ruhumu yıkayacaktım bir otobüs sokuldu yan sokağıma boş koltuklarında sincaplar fındık kırıp bana uzatıyorlar tam dişlerken sen oluyorlardı şizofren bir katil gözlerini dikmiş bana acılardan yapılma tüfeğine iki mermi sürmekte ucunda mayınlar ne çok isterdim nazım gibi yazmak şiirleri hatta bir keresinde haydarpaşa gara gitmiştim mavi trenden bilet almış ve beklemeye başlamıştım kalkış saatini yirmilik ısmarlamıştım rakıyı kavun iki karpuz bir dilim cebimde kese kâğıdına koyduğum beyaz leblebi gar basamaklarına vuran güneşi seyredecek jandarmaların arasında gelen mahkumun öyküsünü yazacaktım nerde ne jandarma vardı ne de tutuklular kelepçeli gar basamaklarında sadece kadınlar vardı bacaklarını güneşin hoyratça çimdiklediği utanmıştım güneşin yaptıklarından arsızca ve ben kalemimi sürüp raylar üzerinde geyve boğazını geçemiyor varamıyordum ana yurduma beceriksiz yanım örümcek ağlarında çığlık çığlığa kaçıyordu rüzgâr savruk düşleri yerin kırk kat altına gömüyor yine de elma dersem çık diyen bir ses şeytanın şapkasında meydanlarda dilenci taksime çıktım sanırım güneş gitmiş ay makyajını tazelemekte işsiz birkaç yıldız göğün kuytuluklarında bağdaş kurmuş birden ona kadar saymakta en iyi bildiğim işi yaptım içtim ta takım elbiseli bir adam yirmi iki haberlerini okuyana dek bilirsiniz radyo evi taksimden şişliye doğru biraz ileride harbiye geçmiştim oraları dudaklarım bir şarkı bakınıyordu ayaz nedense en çok burnumun ucunu sevmiş tam da sokağın caddeye bağlandığı yerde sarışını gördüm müşteri bekliyordu ben de orospu gel dedim kaybedenler kulübünden kaybettirenler kulübüne rakı içerim dedi oturduğumuz lokantada garsonları tanıyor halinden belli tamam dedim içtik deniz mavisi gözleri yeşil bakıyordu derken edremit körfezi hep şaşmışımdır mutlu bir kadın nasıl da sığdırır göğün tüm yıldızlarını gözbebeklerine de baka kalmıştım belki de mutlu değildi ben sen sanmıştım yemesini biliyordu yemeği kadın en çok yemekte belli olur diye okumuştum bir kitapta adını hatırlamadığım uzun ince parmakları çatal bıçak kadeh kuzu şiş yeşillik beyaz peynir ekmek su hatta sigara bile ritüel yapıyordu ağzında sözcükler kusur işlemişler gibi ürkekçe yuvarlanıyorlardı dudaklarının kenarından her şeye rağmen yine de cüretkâr cinsel dürtüler zarif kollarından zıplayıp yanaklarının kırmızılığına soyunmakta çıktık taksideyiz şoföre dolapdereden çıkalım dedim kurtuluşa v’nin bir ucundan indik dolapdere ve de çıktık diğer ucuna kurtuluş şoför otuzlu yaşlarda küt parmaklı sol eli hep direksiyon gözleri yanımdakinin yüzünde sanki “mustafa hakkında her şey“ filmindeki nejat işler canlandırmak istiyor çek bir köşeye deyip sonrasında yüzüne işeyecektim “mustafa” adına vazgeçtim içimden ben senin ananı s.keyim dedim para üstünü bırakarak kurtuluşun dar sokakları topraktan fırlayan apartmanları insanı ürkütürdü geceleri sanki her an keskin sustalı canınızı isteyecek sanırdınız eğer halen yaşamaya dair hayalleriniz mevcutsa geleceğe kalkan otobüste ben severdim damar gibi atan insan yüzlerini kurtuluş tenha gecenin bu vakti açık hava iyi gelmişti nedense ellerimden tuttu kadın sokuldu içime sığınmaya çalıştıkça lambanın biri yanık kalıyordu sandıkta sakladığım canavarda şarküteriden birkaç şarap aldım gözüm dönüyordu çıktık sessizce beşinci kattaki daireme ışığı açtım göz kapağımda perdeler kahverengi akıyor kadın çantasını attı koltuğa sigara yaktı yıldızlar nasıl da işini biliyordu tası tarağı toplamış gitmişlerdi gözbebeklerinden kapı çaldı kadın duyamazdı şeytan sinsi dualarını kapı aralığından bıraktı ben de sigara yaktım kül tabağında geçmiş şezlongda yatıyordu yakışıklı bir delikanlının gölgesi ayakucunda şöyle kafasını kaldırıp baktı uçsuz suların gökle buluştuğu noktaya iki çay götürün dedi yanından az önce geçen garsona göğün çayı koyu olsun denizin de dört şekerli tekrar uzandı yanda pinekleyen çantasından bir kitap çıkardı havlusunu üçe katladı saydım tam üçe burasıydı şiirin can alıcı noktası saçlarını önce sonra başını koydu rast gele bir sayfa açtı kendi de bilmiyor nerde kaldığını eminim ne okuduğunu da yanındaki delikanlı bir adım daha attı gölgesi geçmişin kasıklarına ulaştı bir adım daha alt dudağının tam da içine güneş oturdu iki bira açtım bıçakla açacak en gereksiz şey odada kadın rahattı mesleğinde çok yol aldığını söyledi bacağını bacağının üzerine bırakırken süt beyazı en çok baldırlarını sevdi bakışlarım bir de diz kapaklarını ki derler halbuki diz kapağı güzel görünmez kadında geriye doğru kaykıldı sağ eliyle kavradı bira şişesini sohbet ettik ben anlatmadıkça o bahsetti kendinden işte herkesin bir geçmişi geçmişinde gizlediği bazen de gizlendiği karanlığı aralamayı en çok fahişeler seviyor sanırım bu arada ücretini ödedim saydı tek tek ve koydu çantasının gözüne çok merak ederim bir kadın çantası içini istesem baksam ayıp olur mu şimdi ip ucu aradım yüzünde bulamayınca bir yumrukla yolladım gerilerime kimisi sevmez ama ben çok severdim elimde jilet kesmeyi keşkeleri oturur saatlerce doğrardım sonrasında yakardım ocağı kısık ateş tahta kaşıkla çevirir dururdum onlar inadına halay çeker zeybek oynarlar kızınca ateşi harlardım kurbağalar dolar kazanıma bacaklarını ayırırdım birer birer ay göğün ta içinden saati gösterdiğinde gelirdim kendime de yine de öfkem durulmazdı perdeleri kapatıp tanrıyı kandırır ocağın altına kömür sürerdim akıl işte kim bilir şizofren saatlerde işlediğim cinayetleri yine de kıyamazdım gecenin dördüncü zamanında sokağı sadece siren sesinin işgal ettiği saatte kurbağaları alır buzluğa koyardım ölü gözlerinde ben’ler sobe kadın neden sonra kalktı üzerini değiştirmeye giyinecek soyunacak sonuçta işini yapacaktı yan odaya yolladım duvarlar üzerime geliyordu koşa koşa sıçradım aniden boğazda bir gemi dürttü bacağımı eğildim avuçlarıma aldım uykusu gelmiş inanmazsınız kıvrıldı yattı tam da parmağımın ucuna güvertesinde çingene kız elli kuruşa karanfil satmakta sümüklü yanağında beyoğlu busesi sana kavuşacağımı söylemişti falında sevinçten ne yapacağımı bilememiştim zaten başka kimse de yok kocaman gemide ayağımı dayadım duvarın tam dibine durdu bekledi bir an aklıma sehpada duran kalem geldi duvarın tam da boynuna sapladım her yer kan her yer kırmızı şansıma kadın halen dönmemişti bir şarkı açsana dedi odanın lambasına uzandı parmağı sadece holden gelen aydınlık kaldı bir de perdeden ne kadar girebildiyse ay yesterday’i geçen cinayette harcamıştım hatırladım today çalsam o da gazete adı kafam karıştı yine türkçe olsun severim nilüferi esmer günler olabilir dedi kadın büyüleyiciydi karşımda kim oluyor şeytan şimşekler fırtına da neymiş pamuk tarlaları ipek yataklar cennet önce kokusu sonra kendisi geldi yanıma baktım yerdeki kanlar gitmiş sahneyi kaçırmamak adına duvar bile kavgaya ara vermiş sokakta zaman durmuş dudaklarıma tırmandığında çığlığın tamtamları yerini alıyordu kaldırdı film ağır dönüyordu yatak odasına gittik haz treni rayları ezmeye başlamıştı eşarbın düğümlerini açıyorum farkında değilim kadın gözlerini açmış bakıyor sanırım gerçekten bakıyor ne güzel eşarp bu diyor anlamıyorum dediğini kafamı sallıyorum sağa sola eğilip yüzüne bakıyorum göz kapaklarına kirpiklerine kapalı uyuyor duvara küfrediyorum izlediği için bizi kalemi alıyorum ucu kırmızı kokluyorum kan kokusu çok hızlı kullanıyorum esmer günler çalıyor radyoda şansıma yol bomboş gaza daha da yükleniyorum kusacağım aniden frene basıyorum dar yol fundalık gün doğumu yakın bahçemizdeyim sana bir sözcük daha getiriyor şiirimize bir cinayet daha ekliyorum niçin uzun şiir yazıyorsun diyorsun kim ister ki içindeki cinayetler saçılsın ortalığa ersin başeğmez 06 mart 2014 09:36 _izmir çaysız_şekersiz ve bademsiz |
Merakla okuduğum şahane bir öyküydü şiir tadında kalemden dökülenler ve insan manzaraları...Gözümde her bir sahne ayrı ayrı canlandı." Görsel şiir" varsa eğer ,yani böyle bir tanımlama,tam da böylesi bir ritüele tanıklık ettim... Her adımın,her dakikanın tadını çıkararak,heyecanla okudum ve sordum şiirin sonunda,ya o cinayet silahı Deniz/ce'nin dediği gibi yani,kendine doğrultulmuş bir silah olmasın,yaşamak pahasına,bedelini kat be kat ödeyerek.... Sözün sonuna gelirsek,demek ki uzun şiir yazılırmış,hem de en güzelinden.... Tebriklerim çokça... Sevgiyle ve şiirle her daim... Saygılarımla....