Kılavuzu para olana her kapı açıktır. shakespeare
RIZALIK YOLU: Mustafa Kemal ATATÜRK'ÜN RIZALIK DEVLETİ
Rızalık Yolu, bireysel vicdanın toplumsal adalete dönüşümünü anlatan bir ahlak ve felsefe kitabı olacak. Köpek metaforu üzerinden insanın içsel dönüşümünü, hatasından dönme erdemini ve rızalık bilinci...
70. Bölüm

Özgürlüğün Sorumluluğu: Sartre’ın Varoluşçuluk Penceresinden Atatürk’ün İnsan-ı Kâmil ve Rızalık Eksenli Medeniyet Projesi’nin Felsefi, Sosyolojik ve Psikolojik Bir Analizi

28 Okuyucu
0 Beğeni
0 Yorum
Bir Metafor Olarak Köpek: İnsan Olmanın ve Rızalık Yolunun Anlamı

İnsanı yücelten, onu diğer varlıklardan ayıran temel özellikler nelerdir? Haktan ve hakikatten yana baş kaldıran, döktüğünü dolduran, ağlattığını güldüren, yıktığını yapan; bu yolda incinmeyen, incitmeyen, doğru söyleyen kişi, gerçek anlamda insan olma yoluna girmiş demektir. İşte bu yola RIZALIK YOLU denir.

Bu derin hakikati anlamak için verilen köpek metaforu üzerine düşünelim: Bir köpek kümese girer ve tavukları yer. Köpek bir hayvandır ve bu eyleminin iyi ya da kötü olduğunu bilemez. Onun için bu, sadece içgüdüsel bir doyumdur. Aynı şekilde, bazı insanlar da sûrette insan olabilir, yani insan suretindedir. Ancak yaptığı bir eylemin iyi mi kötü mü olduğunun bilincinde değilse, onun sîreti, yani özü itibarıyla hâlâ hayvani düzeydedir.

İnsan olma yolculuğu, kişinin yaptığı eylemin ahlaki sonuçlarının bilincine varmasıyla başlar. İşte o zaman sûrette olduğu gibi sîrette de insan olma yoluna girer. Fakat bu, kemale ermek için tek başına yeterli değildir. Asıl erdem, farkına varılan hatayı telafi etmekte ve o hatadan dönmekte yatar. Metaforumuzdaki kişi, yediği tavukların parasını, zarar verdiği sahibine öder ve onun rızalığını alırsa, artık sûrette insan, sîrette insan-ı kâmil olma mertebesine yükselir. Çünkü bu, sorumluluk bilincinin en somut ifadesidir.

Bu yolun özü, kişinin tüm sıkıntıları kendinden bilmesidir. "Ayağıma taş dolansa, kendimden bilirim." sözü bu derin hakikati ifade eder. Nasıl ki el, gövdenin kaşındığı yeri bilirse, can da kendi derdinin dermanını içinde taşır. Bu yolun yolcuları ikiye ayrılır: Ârifler ve kâmiller, daima özünü yoklar, kusurunu arar; cahiller ise daima kendini aklar. İnsan-ı kâmil, sürekli özünü yoklayarak eksiğini ve kusurunu bulur. Maddi veya manevi olarak zarar verdiği her mazlumun zararını, ziyanını tazmin eder ve nihayetinde rızalık yoluna girer. İşte esas olan da budur.

Peki, bu bireysel erdemler toplumsal düzeye nasıl taşınır? İşte bu noktada, Mustafa Kemal Atatürk'ün 1923-1938 yılları arasında tesis ettiği laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti modeli, bu felsefenin bir yansıması olarak karşımıza çıkar. Atatürk, akla, mantığa, bilime ve fenne yakın olanı; sevgi, merhamet, vicdan ve ahlak sahibi olanı; hak, hukuk, adalet ve rızalık yolunda olanı; alın teri dökerek, emek harcayarak, değer üreterek helal kazanç elde edeni, kısacası gerçek anlamıyla İNSAN olanı merkeze aldı.

Onun kurduğu sistem, kula kul olmayan, özgür iradeli bireyler yetiştirmeyi hedefledi. İnsan hakları, yurttaşlık hakları, demokratik haklar ve özgürlükler gibi siyasi haklar ile bireyi güçlendirdi. Bu, metaforumuzdaki gibi, toplumu oluşturan bireyleri, eylemlerinin sonuçlarının bilincinde olan, haksızlık yaptığında telafi etme erdemini gösterebilen, birbirinin rızasını arayan kâmil insanlar haline getirme projesiydi. Atatürk'ün hedefi, insanın içindeki yaratıcı, özgür ve sorumlu cevheri ortaya çıkarmak ve "kümes"in dar kalıplarını kırarak, aklın ve vicdanın aydınlattığı uygarlık yolunda ilerleyen bir toplum inşa etmekti.

Sonuç olarak, bu metafor bize yalnızca bireysel bir ahlak dersi vermez; aynı zamanda nasıl daha adil, daha hakkaniyetli ve daha insani bir toplum olunacağının da ipuçlarını sunar. Yolumuz, önce kendi özümüzü yoklamak, sonra da verdiğimiz zararları telafi ederek kolektif bir rıza ile toplumsal huzuru inşa etmek olmalıdır. Gerçek kemalet ve gerçek insanlık, işte bu zorlu ama onurlu yolda gizlidir.

Giriş: İki Düşünsel Evrenin Kavşağında Bir Metafor
Felsefe tarihi, insanın özü, anlamı ve toplum içindeki yeri hakkında sayısız kuram üretmiştir. 20. yüzyıl, bu anlam arayışında özellikle sert ve çarpıcı bir sesle yankılandı: Jean-Paul Sartre’ın ateist varoluşçuluğu. “İnsan özgür olmaya mahkûmdur” ve “Varoluş özden önce gelir” gibi sloganlaşmış önermeleriyle Sartre, bireyi herhangi bir önceden tanımlanmış öz veya ilahi plan olmaksızın, tamamen kendi seçimleriyle yüzleşmek zorunda bırakan bir dünyanın resmini çizer. Ona göre insan, kendini nasıl inşa ederse öyledir ve bu inşanın getirdiği ezici bir sorumluluk vardır.

Bu çalışma, Sartre’ın bu radikal bireycilik ve özgürlük vurgusunu, Anadolu topraklarında filizlenmiş çok katmanlı bir “insan olma” felsefesi ve onun siyasi projeksiyonu ile diyaloğa sokmayı amaçlamaktadır. Köpek metaforu ile somutlaştırılan ve “Rızalık Yolu” olarak kavramsallaştırılan bu anlayış, insanı, eylemlerinin bilincinde olan, hatalarını telafi etme erdemini gösteren ve nihayetinde toplumsal uyumu “rıza” ile kuran bir varlık (“insan-ı kâmil”) olarak tanımlar. Bu felsefenin, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde 1923-1938 yılları arasında inşa edilmeye çalışılan laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti modelinin temel dayanağı olduğu iddia edilir.

Bu makale, Sartre’ın varoluşçu çerçevesini bir analiz aracı olarak kullanarak, Atatürk’ün “insan merkezli uygarlık” projesini derinlemesine inceleyecektir. Temel sorularımız şunlardır: Sartre’ın “özü sonradan yaratılan birey”i ile “sûretten sîrete, oradan kâmil insan mertebesine yükselen birey” arasında nasıl bir ilişki kurulabilir? “Rızalık” kavramı, varoluşçuluğun “sorumluluk” vurgusuyla nasıl kesişir? Atatürk’ün kurduğu sistem, bireyi “kula kul olmaktan” kurtararak onu özgür ve sorumlu bir özne haline getirmeyi hedeflerken, Sartre’ın düşüncesiyle nasıl bir paralellik veya gerilim içindedir? Bu sorulara yanıt ararken disiplinlerarası bir yaklaşım benimsenecek; konu felsefi, psikolojik, sosyolojik ve tarihsel boyutlarıyla ele alınacaktır.

Bölüm 1: Sartre’ın Varoluşçuluğunda İnsan: Özgürlük, Sorumluluk ve Kaygı
Jean-Paul Sartre’ın felsefesini anlamak, onun temel argümanlarını gözden geçirmekle başlar. Sartre için insan, önce var olur, dünyaya fırlatılır ve ancak daha sonra yaptığı seçimler ve eylemlerle kendi özünü tanımlar. Bu, onun en meşhur önermesi olan “varoluşun özden önce gelir” ilkesidir. Bir kâğıt kesici, bir tanrı tarafından belirli bir amaç ve fonksiyonla (özle) yaratılmıştır. İnsan ise böyle değildir. İnsan, kendisini hiçbir ilahi plan veya önceden belirlenmiş bir insan doğası olmadan, tamamen yalnız bir şekilde icat etmek zorundadır.

Buradan, onun bir diğer çarpıcı önermesi olan “İnsan özgür olmaya mahkûmdur”a varılır. Bu özgürlük, arzu edilen bir lütuf değil, kaçınılmaz ve çoğu zaman dehşet verici bir yüktür. İnsan her an seçim yapmak zorundadır ve bu seçimler sadece kendisini değil, tüm insanlığı da ilgilendirir. Bir askerin savaşa katılma veya katılmama seçimi, onun sadece kişisel bir kararı değil, aynı zamanda savaşın genel olarak meşruiyetine dair evrensel bir tavır alışıdır. Bu, Sartre’da “kendini aldatma” (mauvaise foi) kavramını doğurur. Birey, bu ezici sorumluluktan kaçmak için sıklıkla kendini aldatır; toplumsal rollerine, alışkanlıklarına veya “öyleymiş gibi yapma” hallerine sığınarak özgürlüğünü inkâr eder. Örneğin, sadece “bir garson olarak hareket eden” bir garson, özgür bir varlık olmaktan çıkıp, bir garson nesnesine dönüşmeye çalışır.

Sartre’ın dünyasında insan, sürekli bir kaygı (angoisse) ve terk edilmişlik (délaissement) halindedir. Tanrı’nın yokluğu, ahlaki değerleri dayatacak bir otorite olmadığı anlamına gelir. İyi ve kötü, bireyin özgür seçimleriyle yaratılır. Bu, nihilizm değil, radikal bir sorumluluktur. İnsan, eylemlerinin tek ve nihai mimarıdır.

Psikolojik Boyut: Sartre’ın bu görüşü, psikolojideki fenomenolojik ve hümanist ekollerle kesişir. Bireyin kendi yaşamının aktif bir faili olduğu, geçmişin veya dış koşulların bir kurbanı olmadığı fikri, terapötik bir ilke haline gelmiştir. İnsan, kaderini şekillendirme gücüne sahiptir, ancak bu güç aynı zamanda varoluşsal bir endişe kaynağıdır.

Bölüm 2: Geleneksel Bir Metaforun Derinliği: Köpek, Sûret-Sîret ve Rızalık Yolu
Köpek metaforu, Sartre’ın soyut felsefi diline kıyasla, Anadolu irfanının somut, hikâyeye dayalı öğretme geleneğinin bir ürünüdür. Metafor, insan olma halini üç aşamalı bir süreç olarak kurgular:

Sûrette İnsan, Sîrette Hayvan (Köpek Aşaması): Bu aşama, Sartre’ın “kendini aldatma” içindeki bireyiyle dikkat çekici bir benzerlik taşır. Sûret (biçim, dış görünüş) itibarıyla insandır, ancak sîret (öz, karakter) itibarıyla eylemlerinin ahlaki ve toplumsal sonuçlarının farkında değildir. Tıpkı içgüdüleriyle hareket eden köpek gibi, toplumsal normları, hakkı ve hukuku içselleştirmemiş, sadece arzularının peşinden giden bir varlıktır. Buradaki “hayvanilik”, biyolojik bir durumdan ziyade, ahlaki bir bilinçsizlik halidir. Sartre’ın, özgürlüğünü ve sorumluluğunu inkâr eden, sadece “bir rol oynayan” bireyine benzer şekilde, buradaki kişi de “insan” rolünü oynamakta, ancak özü itibarıyla bu rolün gerektirdiği bilinç düzeyine erişememektedir.

Sûrette ve Sîrette İnsan (Bilinçlenme Aşaması): İnsan olma yolculuğu, kişinin eylemlerinin anlamının ve sonuçlarının farkına varmasıyla başlar. Sartre’ın deyimiyle, birey “kendini aldatma”dan sıyrılıp, seçimlerinin ve eylemlerinin tam sorumluluğunu üstlenmeye başlar. Köpek metaforundaki kişi, yediği tavukların başkasının emeği ve mülkü olduğunu, bu eylemin bir hak ihlali yarattığını idrak ettiği an, özgürlüğünün ve dolayısıyla sorumluluğunun bilincine varır. Bu, varoluşçu bir uyanış anıdır. Artık sadece “var” değil, “nasıl var olduğunun” ve “nasıl var olması gerektiğinin” bilincindedir.

İnsan-ı Kâmil (Rızalık ve Telafi Aşaması): Sartre’ın felsefesi, sorumluluğun kabulünde yoğunlaşırken, bu geleneksel model bir adım daha ileri gider: Telafi ve onarım. Sorumluluğu kabul etmek yetmez, somut bir eyleme dönüştürmek gerekir. Metaforun son aşaması, hatanın telafisi (tavukların parasının ödenmesi) ve mağdurun rızasının alınmasıdır. İşte asıl “kâmil” (olgun, mükemmel) insan olma hali budur. Bu, bireyin toplumsal bir varlık olduğunun ve özgürlüğünün, başkalarının özgürlük alanına saygı duymakla sınırlandığının kabulüdür. “Rızalık”, karşılıklı tanınma, saygı ve toplumsal barışın (huzur) temelidir. “Ayağıma taş dolansa, kendimden bilirim” düsturu, Sartre’cı anlamda, kişinin başına gelen her şeyden (en azından tepkisinden) kendisinin sorumlu olduğunu kabul etmesinin veciz ifadesidir.

Felsefi ve Psikolojik Kesişim: İki düşünce de insanı pasif bir nesne değil, aktif bir özne olarak görür. İkisi de bilinç, niyet ve sorumluluk üzerinde ısrar eder. Ancak, geleneksel model, Sartre’ın bireyci ve bazen atomize edici tonuna karşılık, onarım ve karşılıklılık (rıza) yoluyla bireyi toplumla barıştıran daha diyalektik ve toplumsal bir çerçeve sunar.

Bölüm 3: Atatürk’ün Projesi: Varoluşçu Bir Devlet İnşası: Özgür İradeli, Sorumlu Bireylerden Oluşan Bir Toplum
Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923-1938 arasındaki devlet inşası süreci, salt siyasi veya ekonomik bir modernleşme projesi değildi. Derininde, yukarıda tasvir edilen “kâmil insan” idealini kitlesel bir düzeyde hayata geçirmeyi amaçlayan felsefi ve sosyolojik bir dönüşüm projesiydi. Atatürk’ün hedefi, “kul” zihniyetinden kurtulmuş, özgür iradeye sahip, aklını ve vicdanını kullanabilen, eylemlerinin sorumluluğunu alan ve “rıza” ile bir arada yaşayan bireylerden müteşekkil bir “yurttaşlar topluluğu” yaratmaktı. Bu, Sartre’ın felsefesinin devlet düzeyindeki bir uygulaması gibi okunabilir.

Sartre’cı Bir Okumayla Atatürk Devrimlerinin Amacı:

Laiklik: Sartre’ın “Tanrı’nın ölümü” ve terk edilmişlik vurgusuyla doğrudan paralellik taşır. Laiklik, bireyi dini otoritenin mutlak belirleyiciliğinden kurtararak, ahlaki ve siyasi kararlarını kendi özgür iradesi ve aklı ile verme sorumluluğuyla baş başa bırakır. Artık “doğru” ve “yanlış”ı dini bir otorite belirlemez; birey, Sartre’ın dediği gibi, bu değerleri kendi seçimleriyle yaratmak zorundadır. Bu, “kula kul olmamak”tır.

Hukuk Devleti ve Demokratik Haklar: Hukuk, Sartre’cı anlamda bireyin özgürlük alanını güvence altına alan ve aynı zamanda başkalarının özgürlük alanına tecavüz etmesini engelleyen bir çerçevedir. Yurttaşlık hakları, seçme ve seçilme hakkı, bireyi siyasi bir özne haline getirir. Birey, artık tebaa değil, toplum sözleşmesinin aktif, sorumlu bir tarafıdır. Bu haklar, metaforumuzdaki “tavuk yeme” gibi bir haksızlığa uğradığında, mağdurun “rızasını” aramasını ve hakkını hukuk yoluyla arayabilmesini mümkün kılar.

Eğitim ve Bilim Vurgusu (Fen): Atatürk’ün akıl, mantık ve bilime yaptığı vurgu, “kendini aldatma”nın panzehridir. Dogmalardan, batıl inançlardan ve körü körüne itaatten arındırılmış bir eğitim, bireye dünyayı olduğu gibi görme, olgulara dayalı karar verme ve bu sayede özgür ve sorumlu seçimler yapma kapasitesi kazandırmayı hedefler. Bu, “sûretten sîrete” geçişin kitlesel eğitim modelidir.

Ekonomi ve “Helal Kazanç”: “Alın teri dökerek, emek harcayarak, değer üreterek helal kazanç” vurgusu, metaforumuzdaki “tazmin” ilkesinin toplumsal karşılığıdır. Sosyal bir hukuk devleti anlayışı, toplumsal eşitsizliklerin yarattığı haksızlıkları (metaforik “tavuk yeme”) telafi etmek, emeğin sömürülmesini engellemek ve adil bir paylaşımı sağlamakla yükümlüdür. Bu, kolektif bir “rızalık” zemininin ekonomik temelidir.

Atatürk’ün projesi, Sartre’ın bireyci varoluşçuluğundan farklı olarak, bu özgür ve sorumlu bireyi toplumsal bir bağlamda, bir “medeniyet projesi”nin merkezine yerleştirir. Hedef, “kümes”in dar kalıplarını (dogma, bağnazlık, cehalet) kırarak, aklın ve vicdanın aydınlattığı bir uygarlık yaratmaktı. Bu, bireyin kendi özünü inşa etmesi için gerekli olan özgürlük alanını (siyasi, dini, ekonomik) yasalarla güvence altına alan bir sistemdi.

Bölüm 4: Eleştirel Bir Sorgulama: Gerilimler, Olasılıklar ve Sınırlar
İki düşünce sistemi arasında paralellikler kurmak mümkün olsa da, derinlemesine bir analiz, önemli gerilim ve farklılıkları da ortaya koyar.

Toplumsallık vs. Bireycilik: Sartre’ın erken dönem felsefesi (örneğin Varlık ve Hiçlik), bireyin özgürlüğünü odağa alır ve “cehennem başkalarıdır” gibi güçlü bir toplumsal gerilim içerir. Oysa “Rızalık Yolu” ve Atatürk’ün projesi, özü itibarıyla toplumsaldır. İnsanın kemale ermesi, nihayetinde bir diğer insanla (mağdurla) kurduğu diyalog ve uzlaşı yoluyla gerçekleşir. Atatürk’ün devlet modeli de bireyi güçlendirmeyi hedeflerken, nihai amacı uyumlu ve adil bir toplum inşa etmektir. Sartre sonradan, özellikle Marksizm ile flörtü sonucunda, bu bireyci tonu yumuşatmış olsa da, temel vurgu farklıdır.

Metafizik Temel: Sartre’ın ateizmi kesin ve programatiktir. “Rızalık” felsefesi ise, Anadolu’daki birçok düşünce geleneği gibi, metafizik bir boyutu dışlamaz veya içerebilir. “İnsan-ı kâmil” terimi itself tasavvufi kökenlere işaret eder. Atatürk’ün laikliği, dini kamusal alandan çıkarmış olsa da, bireyin vicdani ve manevi arayışını tamamen reddetmez; onu özel alana havale eder. Bu, Sartre’ın daha keskin ateist tavrından ayrılır.

Tarihsel ve Pratik Sınırlamalar: Atatürk’ün projesinin Sartre’cı bir okumasını yapmak, onun idealize edilmiş haline odaklanır. Pratikte, tek parti döneminin otoriter uygulamaları, bireyin özgür iradesi ve ifadesi ile çelişen durumlar yaratmış olabilir. Ayrıca, toplumsal dönüşümler nesiller alır ve “kül” zihniyetinden “yurttaş” bilincine geçiş, karmaşık, inişli çıkışlı bir süreçtir. Bu analiz, projenin niyetini ve felsefi temelini vurgular, tarihsel uygulamasının tüm detaylarını değil.

Sonuç: Özgürlük, Sorumluluk ve Rıza Üçgeninde Bir Medeniyet Tasavvuru
Jean-Paul Sartre’ın varoluşçuluk felsefesi, Mustafa Kemal Atatürk’ün insan merkezli medeniyet projesini analiz etmek için son derece güçlü bir çerçeve sunar. Her iki düşünce dizisi de:

İnsanı pasif bir alıcı değil, aktif bir fail olarak görür.

Özgür irade ve seçim yapma kapasitesini merkeze alır.

Bu özgürlüğün kaçınılmaz bir parçası olarak kişisel ve toplumsal sorumluluğa vurgu yapar.

Dogma, cehalet ve körü körüne itaati (“kulluk”) insanlık durumunun bir tür yozlaşması olarak değerlendirir.

Köpek metaforu, bu soyut ilkeleri anlaşılır bir insan hikâyesine dönüştürür. Sartre’ın “kendini aldatma”sı, “sûrette insan sîrette hayvan” halidir. Sartre’ın “sorumluluk” anlayışının somut ve toplumsal bir ifadesi, “tazmin ve rızalık” yoludur.

Atatürk’ün kurmaya çalıştığı laik, demokratik, sosyal hukuk devleti, işte bu felsefenin kurumsal çatısıdır. Bu proje, bireyleri, eylemlerinin sonuçlarının bilincinde olan, haksızlık yaptığında telafi etme erdemini gösterebilen, birbirinin hak ve özgürlüklerine saygı duyan ve nihayetinde “rıza” ile toplumsal barışı inşa eden “kâmil yurttaşlar” haline getirmeyi amaçlayan bir “modernleşme” değil, bir “insanlaşma” projesiydi.

Son tahlilde, Sartre’ın radikal bireyciliği ile “Rızalık Yolu”nun diyalojik toplumsallığı arasında bir gerilim olsa da, her ikisi de aynı insani varoluş mücadelesine ışık tutar: Özgür olmanın dayanılmaz ağırlığını taşırken, bu özgürlüğü anlamlı kılacak olanın, başkalarıyla kurduğumuz etik ve sorumlu ilişkiler olduğunun idrakine varmak. Atatürk’ün vizyonu, bu idrakin bir ulusun kaderine nasıl yön verebileceğine dair tarihsel ve felsefi bir önermedir. Bu, yalnızca Türkiye için değil, özgürlük ve toplumsal uyum arayışındaki tüm toplumlar için üzerinde düşünülmeye değer derinlikli bir mirastır.

Kaynakça
Sartre, Jean-Paul. (1943). L'Être et le Néant (Varlık ve Hiçlik). Gallimard.

Sartre, Jean-Paul. (1946). L'Existentialisme est un humanisme (Varoluşçuluk Bir Hümanizmdir). Nagel.

Atatürk, Mustafa Kemal. (2019). Nutuk. Türk Tarih Kurumu Yayınları. (Özellikle Cumhuriyet’in ilanı ve sonrasına dair bölümler).

Hançerlioğlu, Orhan. (1993). Felsefe Ansiklopedisi: Kavramlar ve Akımlar. Remzi Kitabevi. (İnsan-ı Kâmil, Sûret-Sîret kavramları için).

Gökalp, Ziya. (1976). Türkçülüğün Esasları. İnkılap Kitabevi. (Atatürk’ün fikirlerini besleyen entelektüel kaynaklardan biri olarak).

Mardin, Şerif. (1997). Türkiye'de Toplum ve Siyaset. İletişim Yayınları. (Türk modernleşmesinin sosyolojik arka planını anlamak için).

Özakpınar, Yılmaz. (1997). Kültür ve Medeniyet Anlayışları ve Bir Medeniyet Teorisi. Ötüken Neşriyat. (Medeniyet tasavvuru üzerine teorik bir çerçeve için).

Frankl, Viktor E. (2020). İnsanın Anlam Arayışı. Okuyan Us Yayın. (Varoluşçu psikoloji bağlamında anlam ve sorumluluk ilişkisini anlamak için).

Fromm, Erich. (2019). Özgürlükten Kaçış. Say Yayınları. (Özgürlüğün yükü ve otoriteye sığınma mekanizmalarını analiz etmek için).
Yorum Yapın
Yorum yapabilmeniz için üye olmalısınız.
Yorumlar
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL