Ödünç alınan son kuruşla ödenen ilk kuruş arasında tabii muazzam bir fark vardır. goethe
RIZALIK YOLU: Mustafa Kemal ATATÜRK'ÜN RIZALIK DEVLETİ
Rızalık Yolu, bireysel vicdanın toplumsal adalete dönüşümünü anlatan bir ahlak ve felsefe kitabı olacak. Köpek metaforu üzerinden insanın içsel dönüşümünü, hatasından dönme erdemini ve rızalık bilinci...
37. Bölüm

Orta Çağın Skolastik Aklından Atatürk'ün Vicdani Aklına: Rızalık Yolu ve İnsan-ı Kâmil Metaforu Çerçevesinde Bir Devlet Modelinin İnşası

32 Okuyucu
0 Beğeni
0 Yorum
Bir Metafor Olarak Köpek: İnsan Olmanın ve Rızalık Yolunun Anlamı

İnsanı yücelten, onu diğer varlıklardan ayıran temel özellikler nelerdir? Haktan ve hakikatten yana baş kaldıran, döktüğünü dolduran, ağlattığını güldüren, yıktığını yapan; bu yolda incinmeyen, incitmeyen, doğru söyleyen kişi, gerçek anlamda insan olma yoluna girmiş demektir. İşte bu yola RIZALIK YOLU denir.

Bu derin hakikati anlamak için verilen köpek metaforu üzerine düşünelim: Bir köpek kümese girer ve tavukları yer. Köpek bir hayvandır ve bu eyleminin iyi ya da kötü olduğunu bilemez. Onun için bu, sadece içgüdüsel bir doyumdur. Aynı şekilde, bazı insanlar da sûrette insan olabilir, yani insan suretindedir. Ancak yaptığı bir eylemin iyi mi kötü mü olduğunun bilincinde değilse, onun sîreti, yani özü itibarıyla hâlâ hayvani düzeydedir.

İnsan olma yolculuğu, kişinin yaptığı eylemin ahlaki sonuçlarının bilincine varmasıyla başlar. İşte o zaman sûrette olduğu gibi sîrette de insan olma yoluna girer. Fakat bu, kemale ermek için tek başına yeterli değildir. Asıl erdem, farkına varılan hatayı telafi etmekte ve o hatadan dönmekte yatar. Metaforumuzdaki kişi, yediği tavukların parasını, zarar verdiği sahibine öder ve onun rızalığını alırsa, artık sûrette insan, sîrette insan-ı kâmil olma mertebesine yükselir. Çünkü bu, sorumluluk bilincinin en somut ifadesidir.

Bu yolun özü, kişinin tüm sıkıntıları kendinden bilmesidir. "Ayağıma taş dolansa, kendimden bilirim." sözü bu derin hakikati ifade eder. Nasıl ki el, gövdenin kaşındığı yeri bilirse, can da kendi derdinin dermanını içinde taşır. Bu yolun yolcuları ikiye ayrılır: Ârifler ve kâmiller, daima özünü yoklar, kusurunu arar; cahiller ise daima kendini aklar. İnsan-ı kâmil, sürekli özünü yoklayarak eksiğini ve kusurunu bulur. Maddi veya manevi olarak zarar verdiği her mazlumun zararını, ziyanını tazmin eder ve nihayetinde rızalık yoluna girer. İşte esas olan da budur.

Peki, bu bireysel erdemler toplumsal düzeye nasıl taşınır? İşte bu noktada, Mustafa Kemal Atatürk'ün 1923-1938 yılları arasında tesis ettiği laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti modeli, bu felsefenin bir yansıması olarak karşımıza çıkar. Atatürk, akla, mantığa, bilime ve fenne yakın olanı; sevgi, merhamet, vicdan ve ahlak sahibi olanı; hak, hukuk, adalet ve rızalık yolunda olanı; alın teri dökerek, emek harcayarak, değer üreterek helal kazanç elde edeni, kısacası gerçek anlamıyla İNSAN olanı merkeze aldı.

Onun kurduğu sistem, kula kul olmayan, özgür iradeli bireyler yetiştirmeyi hedefledi. İnsan hakları, yurttaşlık hakları, demokratik haklar ve özgürlükler gibi siyasi haklar ile bireyi güçlendirdi. Bu, metaforumuzdaki gibi, toplumu oluşturan bireyleri, eylemlerinin sonuçlarının bilincinde olan, haksızlık yaptığında telafi etme erdemini gösterebilen, birbirinin rızasını arayan kâmil insanlar haline getirme projesiydi. Atatürk'ün hedefi, insanın içindeki yaratıcı, özgür ve sorumlu cevheri ortaya çıkarmak ve "kümes"in dar kalıplarını kırarak, aklın ve vicdanın aydınlattığı uygarlık yolunda ilerleyen bir toplum inşa etmekti.

Sonuç olarak, bu metafor bize yalnızca bireysel bir ahlak dersi vermez; aynı zamanda nasıl daha adil, daha hakkaniyetli ve daha insani bir toplum olunacağının da ipuçlarını sunar. Yolumuz, önce kendi özümüzü yoklamak, sonra da verdiğimiz zararları telafi ederek kolektif bir rıza ile toplumsal huzuru inşa etmek olmalıdır. Gerçek kemalet ve gerçek insanlık, işte bu zorlu ama onurlu yolda gizlidir.

Özet:
Bu makale, “köpek” metaforu üzerinden tanımlanan “Rızalık Yolu” ve “insan-ı kâmil” idealini merkeze alarak, Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923-1938 yılları arasında tesis ettiği devlet modelini, Orta Çağ Felsefesi (MS 5.-15. yüzyıl) perspektifinden psikolojik, sosyolojik, tarihsel ve felsefi bir analize tabi tutmayı amaçlamaktadır. Makale, Orta Çağ’da din eksenli şekillenen “akıl-vahiy” ilişkisinin, Atatürk’ün modelinde “akıl-vicdan-bilim” üçlüsüne evrilerek nasıl seküler ve insan merkezli bir temele oturduğunu sorgulamaktadır. Temel tez, Atatürk’ün projesinin, skolastik dönemin kapalı dünya görüşünün aksine, bireyi eylemlerinin sorumluluğunu almaya, hatalarını telafi etmeye ve kolektif rızaya dayalı bir toplumsal sözleşme kurmaya davet eden, modern bir “kâmil toplum” inşa etme çabası olduğudur. Bu çaba, Orta Çağ’ın Tanrı-merkezli (teosantrik) düzeninden, Atatürk’ün insan-merkezli (antroposantrik) uygarlık idealine geçişin bir yansıması olarak ele alınacaktır.

Giriş: Metafor, Felsefe ve Bir Devletin Temelleri

Felsefe tarihi, insanın kendisini, toplumu ve evreni anlamlandırma çabalarının tarihidir. Bu çabalar, içinde bulunulan çağın ruhu (zeitgeist) ile şekillenir. Orta Çağ Felsefesi, Avrupa’da Roma İmparatorluğu’nun çöküşüyle başlayan ve Rönesans’a kadar uzanan, düşüncenin büyük ölçüde dinî bir çerçeveye oturduğu bir dönemi kapsar. Bu dönemde akıl, inancı temellendirmenin (Avrupa’da skolastisizm) veya onunla uzlaştırmanın (İslam coğrafyasında kindî, farabî, İbn-i Sina, Gazali) bir aracı olarak görülmüştür. Temel sorgulama, “Vahiy ile akıl çatışır mı?” sorusu etrafında dönmüştür.

Verilen “köpek metaforu” ise, insan olma haline dair derin bir etik ve epistemolojik sorgulamayı barındırır. Metafor, insanı “sûret” (biçim, görünüş) ve “sîret” (öz, karakter, ruh) olarak ikiye ayırır. Gerçek anlamda insan olma (insan-ı kâmil mertebesi), ancak eylemlerinin ahlaki sonuçlarının farkına varıp (sîrette insan olma), hatayı telafi ederek mağdurun rızasını almakla (rızalık yolu) mümkün olur.

Bu makale, bu metaforik çerçeveyi bir temel alarak, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti modelini, Orta Çağ felsefesinin kavram seti ile karşılaştırmalı olarak inceleyecektir. Atatürk’ün modeli, Orta Çağ’ın teosantrik dünyasında mümkün olmayan, bireyin özerk aklı ve vicdanı ile toplumsal rıza inşa etme projesi midir? Sorunun cevabı, Orta Çağ ve Modernite arasındaki epistemolojik kopuşu anlamak açısından kritik öneme sahiptir.

I. Bölüm: Orta Çağ Felsefesinde İnsan, Akıl ve İrade – Kapalı Bir Evrenin Kozmolojisi

Orta Çağ’ın Avrupa ve İslam dünyasındaki felsefi yaklaşımlar, temel varsayımlarında benzerlikler gösterir. Her iki gelenek de kutsal metinlerle belirlenmiş, hiyerarşik ve amaçlı (teleolojik) bir evren modelinden hareket eder.

Teosantrizm (Tanrı Merkezcilik): Orta Çağ düşüncesinin merkezinde Tanrı vardır. Evren, toplum ve birey, Tanrı’nın iradesi ve yaratılış planı içinde anlam kazanır. Aziz Augustinus’un “De Civitate Dei” (Tanrı Devleti) adlı eseri, dünyevi olanın (Civitas Terrena) ancak ilahi olan (Civitas Dei) ile anlamlı hale geldiği fikrini işler. Benzer şekilde, İslam filozofu Farabî’nin “Erdemli Şehir” (El-Medinetü’l-Fazıla) modeli, şehrin amacının, insanlara gerçek mutluluğu (saadet) sağlamak olduğunu, bu mutluluğun ise ancak ilk Sebep (Tanrı) ile kurulan bağ aracılığıyla mümkün olduğunu savunur.

Aklın Rolü: Vahyin Hizmetkarı: Bu dönemde felsefe, teolojinin “hizmetçisi” (ancilla theologiae) olarak anılmıştır. Aklın birincil işlevi, inancı anlaşılır kılmak, onu mantıksal argümanlarla desteklemek ve yorumlamaktır. Thomas Aquinas’ın “Summa Theologica”sı, iman ile aklı uzlaştırma çabasının en sistematik örneklerinden biridir. Aquinas’a göre akıl ve vahiy, nihai hakikate ulaşmanın iki farklı yoludur ve çatışamazlar. İslam dünyasında ise Gazali’nin “Tehâfütü’l-Felâsife” (Filozofların Tutarsızlığı) eseri, felsefenin metafizik alanda dinî öğretilerle çeliştiğinde yanılabileceğini, nihai rehberin vahiy olduğunu savunmuştur.

Birey ve Sorumluluk: Orta Çağ’da bireyin kimliği ve sorumluluğu, içinde bulunduğu ilahi düzen ve cemaat (ümmet, kilise cemaati) tarafından tanımlanır. “Rıza” kavramı, öncelikle Tanrı’nın rızasını kazanmaya yöneliktir. Toplumsal ilişkiler, feodal veya dini hiyerarşiler çerçevesinde şekillenir. Bireyin “köpek metaforu”ndaki gibi özerk bir şekilde “eyleminin sonuçlarının bilincine varıp onu telafi etmesi”, modern anlamdaki bireysel özerklik ve vicdan kavramlarından ziyade, dinî ahlak kurallarına ve cemaatin beklentilerine uymakla ilişkilendirilir.

II. Bölüm: Metaforun Anatomisi: Sûretten Sîrete, İnsandan İnsan-ı Kâmile Yolculuk

Verilen metafor, Orta Çağ’ın kolektivist ve dinî anlayışından farklı, modern ve bireyci bir etik anlayışın ipuçlarını taşır.

Sûret/Sîret Ayrımı: Bu ayrım, felsefi olarak “görünüş” ile “öz” arasındaki kadim ayrıma dayanır. Köpek, “sûreten” hayvandır ve eyleminin anlamından bihaberdir. “Sûreten insan” olan kişi de, eğer eyleminin etik sonuçlarını idrak edemiyorsa, “sîreten” hayvani düzeydedir. Bu, aklın sadece teknik/araçsal bir işlev değil, ahlaki bir boyutu olduğunun vurgusudur. Buradaki “akıl”, Aquinas’ın vahyi anlamaya çalışan aklından ziyade, Kantçı anlamda “pratik akıl”a (ahlaki yargılama gücü) daha yakındır.

Rızalık Yolu ve Telafi Erdemi: Metaforun devrimci yönü, kemale ermenin (insan-ı kâmil olma) sadece içsel bir arınma veya ilahi bağışlanma ile değil, somut, dünyevi ve diyalojik bir eylemle mümkün olduğunu vurgulamasıdır. Hatadan dönmek ve zararı tazmin etmek, mağdur ile fail arasında kurulan bir diyaloğu, bir “sözleşmeyi” gerektirir. Bu, toplumsal düzleme taşındığında, üstten dayatılan bir düzen değil, bireylerin karşılıklı rıza ve anlaşmasına dayalı bir “toplumsal sözleşme” fikrini çağrıştırır. Bu, Orta Çağ’ın hiyerarşik ve statik toplum modelinden radikal bir kopuştur.

Öz-Yoklama ve Sorumluluğun İçselleştirilmesi: “Ayağıma taş dolansa, kendimden bilirim.” anlayışı, suçu dışarıda bir güce (şeytana, kadere, topluma) atmak yerine, sorumluluğu bireyin kendi özünde aramasını emreder. Bu, son derece modern bir bireycilik ve özerklik formudur. Orta Çağ düşüncesinde “kader” veya “ilahi takdir” kavramları merkezî bir role sahipken, burada birey, kendi hayatının ve eylemlerinin özerk failidir.

III. Bölüm: Atatürk’ün Projesi: Orta Çağ’ın Kalıntılarını Kırarak Kâmil Bir Toplum Inşası

Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923-1938 arasındaki devlet inşa süreci, Osmanlı’nın son dönemlerindeki Orta Çağ’a ait kurumsal ve zihinsel yapıları tasfiye ederek, metaforik anlamda “sûreten ve sîreten insan” yetiştirmeyi hedefleyen kapsamlı bir modernleşme projesidir.

Teosantrizmden Antroposantrizme (İnsan-Merkezciliğe) Geçiş: Halifeliğin kaldırılması, şeriye mahkemelerinin ve medreselerin kapatılması, laik hukuk sisteminin (İsviçre Medeni Kanunu, İtalyan Ceza Kanunu) benimsenmesi, devletin ve toplumsal yaşamın referans çerçevesini ilahî olandan insanî olana kaydırmıştır. Artık hukukun, eğitimin ve siyasetin nihai kaynağı “kümesin dar kalıpları” (dogmalar) değil, “aklın ve vicdanın aydınlattığı yol”dur. Bu, Atatürk’ün “En hakiki mürşit ilimdir” sözünde somutlaşır.

Aklın Özerkleşmesi: Vahyin Hizmetçisinden Uygarlığın Rehberine: Atatürk’ün akıl anlayışı, skolastisizmde olduğu gibi vahyin hizmetçisi değildir. Akıl, bilimle bütünleşmiş, eleştirel, sorgulayıcı ve dünyevi problemleri çözmeye odaklı özerk bir güçtür. Eğitim Birliği Kanunu (Tevhid-i Tedrisat) ve Millet Mektepleri ile hedeflenen, dogmalarla değil, bilimsel gerçeklerle düşünebilen bir nesil yetiştirmektir. Bu, bireyi, eylemlerinin sonuçlarını hesap edebilen “sîrten insan” seviyesine çıkarma çabasıdır.

Rızalığın Kurumsallaşması: Demokratik Haklar ve Hukuk Devleti: Atatürk’ün “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi, rıza kavramının siyasal düzlemdeki en somut ifadesidir. Saltanatın kaldırılması ve cumhuriyetin ilanı, yöneten-yönetilen ilişkisini, kul-sultan ilişkisinden, vatandaş-devlet ilişkisine dönüştürmüştür. Seçme ve seçilme hakkı (kadınlara tanınan erken haklar dahil), siyasi partiler, parlamento gibi kurumlar, kolektif rızanın sürekli üretildiği mekanizmalardır. Hukuk devleti ilkesi ise, bireyin devlete ve diğer bireylere karşı haklarını güvence altına alarak, birinin “tavuklarını yemenin” (haksızlık yapmanın) önüne geçmeyi ve yapıldığında ise “tazminat” (telafi) mekanizmalarını işletmeyi amaçlar. Bu, metaforun toplumsal düzeyde somutlaşmış halidir.

Sosyal Devlet ve Helal Kazanç: “Sosyal hukuk devleti” vurgusu, sadece bireysel özgürlükleri değil, toplumsal adaleti ve dayanışmayı da merkeze koyar. Bu, “mazlumun zararını tazmin etme” erdeminin devlet politikasına yansımasıdır. Ağır vergilendirme olmadan, “alın teri dökerek, emek harcayarak, değer üreterek helal kazanç” elde etmeyi teşvik eden ekonomik politikalar, bireyi “kula kul olmaktan” kurtararak özgür iradeli ve sorumluluk sahibi bir vatandaş haline getirmeyi hedefler.

Sonuç: İki Çağ, İki Akıl, İki İnsan Modeli

Orta Çağ Felsefesi ve Atatürk’ün modernleşme projesi, insana, topluma ve akla dair temelde farklı varsayımlara dayanır. Orta Çağ, Tanrı-merkezli, kapalı, hiyerarşik ve dinî referanslarla sınırlanmış bir dünya resmi çizer. Bu dünyada birey, önceden çizilmiş ilahi plan içindeki yerini anlamlandırmaya çalışır. Akıl, bu planı anlamanın bir aracıdır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün “köpek metaforu”ndaki felsefeden yola çıkarak inşa etmeye çalıştığı model ise, insan-merkezli, açık, eşitlikçi ve seküler referanslara dayalı bir uygarlık projesidir. Bu projenin merkezinde, eylemlerinin ahlaki sorumluluğunu üstlenen, hatasını telafi ederek rıza arayan, özgür irade sahibi ve “kâmil” birey vardır. Atatürk’ün devleti, bu bireylerin bir arada yaşamasını mümkün kılacak kurumsal çerçeveyi – laik hukuk, demokrasi, sosyal adalet, bilimsel eğitim – sağlamayı amaçlar.

Bu, Orta Çağ’ın skolastik aklından, Aydınlanma’nın eleştirel ve pratik aklına; teosantrik düzenden, antroposantrik bir düzene; kul olmaktan, sorumlu vatandaş olmaya doğru çetin bir yolculuktur. Atatürk’ün “İnsanı yücelten…” diye başlayan tanımı ve “aklın ve vicdanın aydınlattığı uygarlık yolu” ideali, bu yolculuğun hem rehberi hem de nihai hedefidir. Gerçek anlamda “insan-ı kâmil” ve onun oluşturduğu “kâmil toplum” ancak bu zorlu ama onurlu yolda inşa edilebilir.

Kaynakça

Augustinus. (426/427). De Civitate Dei (Tanrı Devleti).

Aquinas, Thomas. (1274). Summa Theologica.

Farabî. (10. Yüzyıl). El-Medinetü’l-Fazıla (Erdemli Şehir).

Gazali. (11. Yüzyıl). Tehâfütü’l-Felâsife (Filozofların Tutarsızlığı).

Kant, Immanuel. (1788). Pratik Aklın Eleştirisi.

Lewis, Bernard. (2002). Modern Türkiye'nin Doğuşu. Arkadaş Yayınevi.

Mardin, Şerif. (2013). Türk Modernleşmesi. İletişim Yayınları.

Özel, Mustafa. (1992). Akıl ve Erdem: Türkiye'nin Düzen Krizine Bir Çözüm Arayışı. Ağaç Yayıncılık.

Tanilli, Server. (2019). Uygarlık Tarihi. Alkım Yayınevi.

Türköne, Mümtaz'er. (2015). Siyaset. Etkileşim Yayınları. (Özellikle Osmanlı'dan Cumhuriyet'e siyasi düşünce geçişleri üzerine bölümler)

Weber, Max. (1905). Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu. (Modernleşme ve rasyonalizm üzerine temel bir kaynak olarak)

Zürcher, Erik Jan. (2004). Modernleşen Türkiye'nin Tarihi. İletişim Yayınları.
Yorum Yapın
Yorum yapabilmeniz için üye olmalısınız.
Yorumlar
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL