Kılavuzu para olana her kapı açıktır. shakespeare
RIZALIK YOLU: Mustafa Kemal ATATÜRK'ÜN RIZALIK DEVLETİ
Rızalık Yolu, bireysel vicdanın toplumsal adalete dönüşümünü anlatan bir ahlak ve felsefe kitabı olacak. Köpek metaforu üzerinden insanın içsel dönüşümünü, hatasından dönme erdemini ve rızalık bilinci...
56. Bölüm

Algıdan İnşaya: Berkeleyci İdealizm Perspektifinden Atatürk’ün İnsan Merkezli Rızalık Devleti Projesi

30 Okuyucu
0 Beğeni
0 Yorum
Bir Metafor Olarak Köpek: İnsan Olmanın ve Rızalık Yolunun Anlamı

İnsanı yücelten, onu diğer varlıklardan ayıran temel özellikler nelerdir? Haktan ve hakikatten yana baş kaldıran, döktüğünü dolduran, ağlattığını güldüren, yıktığını yapan; bu yolda incinmeyen, incitmeyen, doğru söyleyen kişi, gerçek anlamda insan olma yoluna girmiş demektir. İşte bu yola RIZALIK YOLU denir.

Bu derin hakikati anlamak için verilen köpek metaforu üzerine düşünelim: Bir köpek kümese girer ve tavukları yer. Köpek bir hayvandır ve bu eyleminin iyi ya da kötü olduğunu bilemez. Onun için bu, sadece içgüdüsel bir doyumdur. Aynı şekilde, bazı insanlar da sûrette insan olabilir, yani insan suretindedir. Ancak yaptığı bir eylemin iyi mi kötü mü olduğunun bilincinde değilse, onun sîreti, yani özü itibarıyla hâlâ hayvani düzeydedir.

İnsan olma yolculuğu, kişinin yaptığı eylemin ahlaki sonuçlarının bilincine varmasıyla başlar. İşte o zaman sûrette olduğu gibi sîrette de insan olma yoluna girer. Fakat bu, kemale ermek için tek başına yeterli değildir. Asıl erdem, farkına varılan hatayı telafi etmekte ve o hatadan dönmekte yatar. Metaforumuzdaki kişi, yediği tavukların parasını, zarar verdiği sahibine öder ve onun rızalığını alırsa, artık sûrette insan, sîrette insan-ı kâmil olma mertebesine yükselir. Çünkü bu, sorumluluk bilincinin en somut ifadesidir.

Bu yolun özü, kişinin tüm sıkıntıları kendinden bilmesidir. "Ayağıma taş dolansa, kendimden bilirim." sözü bu derin hakikati ifade eder. Nasıl ki el, gövdenin kaşındığı yeri bilirse, can da kendi derdinin dermanını içinde taşır. Bu yolun yolcuları ikiye ayrılır: Ârifler ve kâmiller, daima özünü yoklar, kusurunu arar; cahiller ise daima kendini aklar. İnsan-ı kâmil, sürekli özünü yoklayarak eksiğini ve kusurunu bulur. Maddi veya manevi olarak zarar verdiği her mazlumun zararını, ziyanını tazmin eder ve nihayetinde rızalık yoluna girer. İşte esas olan da budur.

Peki, bu bireysel erdemler toplumsal düzeye nasıl taşınır? İşte bu noktada, Mustafa Kemal Atatürk'ün 1923-1938 yılları arasında tesis ettiği laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti modeli, bu felsefenin bir yansıması olarak karşımıza çıkar. Atatürk, akla, mantığa, bilime ve fenne yakın olanı; sevgi, merhamet, vicdan ve ahlak sahibi olanı; hak, hukuk, adalet ve rızalık yolunda olanı; alın teri dökerek, emek harcayarak, değer üreterek helal kazanç elde edeni, kısacası gerçek anlamıyla İNSAN olanı merkeze aldı.

Onun kurduğu sistem, kula kul olmayan, özgür iradeli bireyler yetiştirmeyi hedefledi. İnsan hakları, yurttaşlık hakları, demokratik haklar ve özgürlükler gibi siyasi haklar ile bireyi güçlendirdi. Bu, metaforumuzdaki gibi, toplumu oluşturan bireyleri, eylemlerinin sonuçlarının bilincinde olan, haksızlık yaptığında telafi etme erdemini gösterebilen, birbirinin rızasını arayan kâmil insanlar haline getirme projesiydi. Atatürk'ün hedefi, insanın içindeki yaratıcı, özgür ve sorumlu cevheri ortaya çıkarmak ve "kümes"in dar kalıplarını kırarak, aklın ve vicdanın aydınlattığı uygarlık yolunda ilerleyen bir toplum inşa etmekti.

Sonuç olarak, bu metafor bize yalnızca bireysel bir ahlak dersi vermez; aynı zamanda nasıl daha adil, daha hakkaniyetli ve daha insani bir toplum olunacağının da ipuçlarını sunar. Yolumuz, önce kendi özümüzü yoklamak, sonra da verdiğimiz zararları telafi ederek kolektif bir rıza ile toplumsal huzuru inşa etmek olmalıdır. Gerçek kemalet ve gerçek insanlık, işte bu zorlu ama onurlu yolda gizlidir.

Özet: Bu makale, George Berkeley’in “Esse est percipi” (Var olmak, algılanmaktır) şeklinde özetlenen idealist felsefesini bir analiz merceği olarak kullanarak, Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923-1938 yılları arasında inşa ettiği Türkiye Cumhuriyeti devlet modelini felsefi, psikolojik ve sosyolojik boyutlarıyla incelemeyi amaçlamaktadır. Çalışma, köpek metaforu üzerinden şekillenen “sûret” ve “sîret” ayrımından yola çıkarak, bireysel “rızalık” arayışının, Atatürk’ün öngördüğü “kâmil insan” ve dolayısıyla “kâmil toplum” idealinin temel dinamiği olduğunu savunmaktadır. Berkeley’in maddi tözü reddeden ve gerçekliği algı ve zihnin inşasına dayandıran bakış açısı, Atatürk’ün “akıl ve vicdan” ile aydınlatılmış bir uygarlık projesi olan ve nihai hedefi “insan-ı kâmili” merkeze alan devlet anlayışının epistemolojik ve ontolojik temellerini anlamak için yeni bir çerçeve sunmaktadır. Makale, bu iki düşünce sistematiği arasında kurulacak diyalog üzerinden, Türkiye’nin modernleşme deneyimini derinlemesine sorgulayacak, analiz ve sentize varacaktır.

Anahtar Kelimeler: George Berkeley, İdealizm, Algı, Mustafa Kemal Atatürk, Rızalık, İnsan-ı Kâmil, Sûret-Sîret, Laik Demokratik Hukuk Devleti, Toplum Sözleşmesi, Kolektif Bilinç.

Giriş: Algının İnşa Ettiği Gerçeklik ve Devletin Ruhu
İnsanlık tarihi, aynı zamanda, “gerçek” olanın ne olduğuna dair bitmek bilmeyen bir arayışın da tarihidir. Filozoflar, fizikçiler, mistikler ve devlet adamları, görünenin ardındaki “öz”e, fenomenlerin ötesindeki “numen”e ulaşmaya çalışmışlardır. 18. yüzyıl İrlandalı filozofu George Berkeley, bu tartışmaya radikal bir katkı yapmış ve “Esse est percipi” (Var olmak, algılanmaktır) teziyle, tüm maddi dünyanın varlığını, onu algılayan bir zihnin varlığına bağlamıştır. Ona göre, bir ağacın var olması, onun görülüyor, dokunuluyor, işitiliyor olmasıyla mümkündür. Maddi bir tözün (substantia) kendi başına, zihinden bağımsız bir varlığı yoktur. Gerçeklik, algılarımızın ve nihayetinde Tanrı’nın zihninin bir yansımasıdır.

Bu epistemolojik ve ontolojik çerçeve, siyaset felsefesi ve devlet teorisi için de şaşırtıcı derecede verimli bir zemin sunar. Zira bir devlet de, en nihayetinde, maddi kurumlardan (binalar, anayasalar, ordular) öte, onu var eden ve sürekli olarak “algılayan” bireylerin kolektif zihninde vücut bulur. Bir devletin “var olması”, yurttaşlarının onu adil, mesru, kendi iradelerinin bir yansıması olarak “algılamasına” bağlıdır. İşte bu noktada, Mustafa Kemal Atatürk’ün, enkaz halindeki bir imparatorluktan, “akıl ve vicdanın aydınlattığı” bir uygarlık idealine doğru inşa etmeye çalıştığı Türkiye Cumhuriyeti modeli, Berkeleyci bir okumaya son derece açıktır.

Atatürk’ün projesi, sadece fiziki bir yapı inşası değil, aynı zamanda ve daha önemlisi, bir “zihin inşası”, bir “algı inşası” projesiydi. Hedefi, “sûreti” insan olan bireylerin, “sîretlerini” de “insan-ı kâmil” mertebesine yükselterek, bir “rızalık toplumu” oluşturmaktı. Bu makale, Berkeley’in idealist felsefesini bir analiz aracı olarak kullanarak, Atatürk’ün insan merkezli devlet modelini derinlemesine inceleyecek, bu modelin psikolojik temellerini (bireyin içsel dönüşümü), sosyolojik yapısını (kolektif rıza) ve felsefi köklerini (akıl, vicdan, hukuk) sorgulayacaktır. Köpek metaforu, bu sorgulamanın merkezinde, insan olma halinin ontolojik bir sorgulaması olarak yer alacaktır.

1. Felsefi Temel: Berkeley’in İdealizmi ve Algının Ontolojik Gücü
George Berkeley (1685-1753), empirist felsefe geleneği içinde yer almasına rağmen, John Locke ve David Hume’dan radikal bir şekilde ayrılır. Locke, nesnelerin birincil (ezeli, gerçek, matematiksel; şekil, uzam, hareket) ve ikincil (özneye bağlı, duyumsal; renk, koku, tat) nitelikleri olduğunu savunurken, Berkeley bu ayrımı reddeder. Ona göre, birincil nitelikler de zihinden bağımsız değildir; hepsi algıya tabidir.

Berkeley’in argümanı özetle şudur:

Tüm bildiklerimiz ideasalardan (algılardan) ibarettir.

Bu idea'lar zihinde var olur.

Dolayısıyla, var olduğunu bildiğimiz her şey, ya bir zihindir ya da bir zihinde var olan bir ideadır.

Maddi, zihinden bağımsız bir “töz” kavramı gereksiz ve çelişik bir soyutlamadır.

Örneğin, masanın üzerindeki bir elmayı düşünelim. Onun kırmızı rengi, yuvarlak şekli, sert dokusu ve tatlı kokusu hep bizim duyularımız aracılığıyla zihnimizde oluşan idea’lardır. Eğer odadan çıkarsak, o elmanın tüm bu nitelikleri bizim için yok olur. Berkeley’e göre, elmanın biz algılamadığımız zamanlarda da var olmaya devam etmesi, onu sürekli algılayan bir “Ezeli Zihin”, yani Tanrı sayesindedir. Tanrı, evrensel algının ve dolayısıyla nesnelerin sürekliliğinin garantörüdür.

Bu radikal idealizm, devlet ve toplum kavramlarına uyarlandığında, çarpıcı sonuçlar doğurur:

Devlet bir idea’dır: Devlet, somut taşlardan değil, onu adil, güçlü, meşru, “bizim” olarak algılayan yurttaşların zihinlerinde var olur. Anayasa, sadece yazılı bir metin değil, onun toplumun kolektif bilincinde işlerlik kazanmasıdır.

Meşruiyet algıya dayanır: Bir yönetimin meşruiyeti, ilahi bir kaynaktan veya salt şiddetten değil, yönetilenlerin onu “meşru” olarak algılamasından (rıza göstermesinden) kaynaklanır. Bu, Rousseau’nun “genel irade” kavramıyla ve sosyal sözleşme teorileriyle doğrudan bağlantılıdır.

Değişim zihinde başlar: Toplumsal bir değişim, önce kurumları değiştirerek değil, bireylerin algılarını, zihin yapılarını (mentalitelerini) değiştirerek kalıcı olabilir.

İşte Atatürk’ün devrimlerinin ve devlet modelinin derin felsefesi, tam da bu noktada Berkeleyci çerçeveyle kesişir. O, yeni bir devlet inşa ederken, aslında yeni bir “algı”, yeni bir “zihin” inşa etmekteydi.

2. Psikolojik Temel: Köpek Metaforu, Sûret-Sîret Ayrımı ve İnsan-ı Kâmil Olma Yolculuğu
Verilen köpek metaforu, insan olma halinin psikolojik ve ahlaki derinliğini anlamak için mükemmel bir başlangıç noktası sunar. Köpek, içgüdüsel bir eylemde (tavuk yemek) bulunur. Bu eylemin ahlaki bir değeri (iyi/kötü) yoktur, çünkü köpek bu değeri bilebilecek bir bilinç düzeyinden yoksundur. Onun varlığı, saf bir “sûret” (biçim, görünüş) halidir.

Metaforik olarak, “sûrette insan” olan birey de, eylemlerinin ahlaki sonuçlarının farkında olmayan, içgüdüleri, toplumsal şartlanmaları veya cehaleti ile hareket eden kişidir. Bu kişi, fiziken insan formundadır (“sûret”) ancak “sîreti” (özü, karakteri, bilinci) itibarıyla henüz tam anlamıyla “insan” olamamış, hayvani düzeyde kalmıştır.

Berkeleyci perspektiften bakıldığında, bu kişi, kendi eylemlerini ve bu eylemlerin dünyadaki yansımalarını “algılama” kapasitesinden yoksundur. O, sadece “eyleyendir” ama “anlamlandıran” değildir. İnsan olma yolculuğu, işte bu “anlamlandırma”, “algılama” ve “sorumluluk bilinci” ile başlar. Kişi, yaptığı eylemin başka zihinlerde (mağdurlar, toplum) ne tür idea’lar (acı, haksızlık, öfke) oluşturduğunun farkına vardığı anda, “sîrette insan” olma yoluna girer.

Ancak metaforun ve Atatürk’ün vizyonunun vurguladığı asıl devrimci adım, burada bitmez. Asıl erdem, farkındalıkta değil, telafi eylemindedir. Kişi, verdiği zararın parasal veya manevi karşılığını öder ve en önemlisi, mağdurun “rızasını” alırsa, artık “insan-ı kâmil” mertebesine yükselir. Buradaki “rıza”, mağdurun zihnindeki olumsuz idea’yı (öfke, kırgınlık) olumlu bir idea’ya (bağışlama, barışma, huzur) dönüştürme sürecidir. Berkeley için var olmak algılanmaksa, burada “barış içinde var olmak”, bir diğerinin “rıza”sı ile algılanmaktır.

Bu, derin bir psolojik içgörüdür. İnsan-ı kâmil, kusurunu sadece kendi içinde aramakla kalmaz, bu kusurun dış dünyada yarattığı tahribatı onarmak, yani başka zihinlerdeki algıyı düzeltmek için aktif bir sorumluluk alır. “Ayağıma taş dolansa, kendimden bilirim” düsturu, kişinin tüm olayları dışarıda değil, kendi eylemlerinin ve algılarının bir sonucu olarak görmesini ifade eder. Bu, Berkeley’in “nesneler ideasaldedir” tezinin etik bir yansımasıdır: “Sorunlar, benim onları algılayışımda ve onlara verdiğim tepkidedir.”

3. Sosyolojik Yapı: Kolektif Rıza Olarak Toplum ve Atatürk’ün Sosyal Mühendislik Projesi
Bireysel “rızalık” arayışı, toplumsal düzeye taşındığında, “kolektif rıza” veya “toplumsal sözleşme” kavramı ortaya çıkar. Berkeley’e göre nasıl nesnelerin sürekliliği Tanrı’nın algısına bağlıysa, bir toplumun sürekliliği de, o toplumu oluşturan bireylerin birbirlerini ve devleti “meşru” olarak algılamalarına, yani kolektif bir rıza göstermelerine bağlıdır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923-1938 arasında tesis etmeye çalıştığı laik, demokratik, sosyal hukuk devleti, işte bu “kolektif rıza”yı inşa etmeye yönelik kapsamlı bir projeydi. Bu proje, metaforik dilde, tüm toplumu “insan-ı kâmiller” topluluğuna dönüştürme çabasıydı. Nasıl ki birey, hatasını telafi edip rıza alarak kemale eriyorsa, toplum da tarihsel hatalarından, yanlış algılardan kurtulup, kolektif aklın ve vicdanın rızasına dayalı yeni bir kimlik inşa ederek “kamil” bir millet haline gelebilirdi.

Atatürk’ün bu projeyi hayata geçirmek için kullandığı araçlar, doğrudan Berkeleyci “algı inşası” ve “zihin dönüşümü” kavramlarıyla örtüşür:

Hukuk Devleti (Algının Normalleşmesi): Keyfiliği sonlandıran, yazılı, herkes için geçerli kurallar bütünü. Bu, bireyin, devletin eylemlerini “öngörülebilir” ve “adil” algılamasını sağlayarak rıza üretir. Hukuk, toplumsal ilişkilerin nesnel bir algılanış biçimidir.

Laiklik (Algının Özgürleşmesi): Dini otoritenin siyaset ve eğitim üzerindeki tekeline son vererek, bireyin dünyayı ve toplumu “dogmaların” değil, “aklın” ve “bilimin” perspektifinden algılamasının yolunu açtı. Bu, zihni özgürleştiren bir devrimdi.

Eğitim Birliği (Algının Standardizasyonu): Farklı algı dünyalarında yaşayan bir toplumu, ortak bir dil, tarih, kültür ve bilimsel perspektif etrafında birleştirmeyi amaçladı. Medresenin ve mektebin yarattığı çifte algı dünyasını ortadan kaldırarak, kolektif bir milli bilinç (“milli irade”) inşa etmeye çalıştı.

Ekonomi (Helal Kazanç ve Üretim): “Alın teri dökerek, emek harcayarak, değer üreterek helal kazanç” vurgusu, metaforumuzdaki “tazmin etme” erdeminin toplumsal karşılığıdır. Asalaklığı değil, üretimi ve hak edişi merkeze alan bir ekonomik model, toplumsal rızanın maddi temelini oluşturur.

Atatürk’ün hedefi, “kula kul olmayan, özgür iradeli bireyler” yetiştirmekti. Özgür irade, Berkeleyci anlamda, “kendi algısını kendi aklı ve vicdanı ile şekillendirebilme” kapasitesidir. Bu bireyler, bir araya gelerek, kendi kendini yöneten, birbirinin hakkına saygı gösteren ve haksızlık yapıldığında telafi mekanizmalarını işleten (hukuk yoluyla) bir “rıza toplumu” oluşturacaklardı. Bu, dar kalıpları (metaforik “kümes”) kırarak, aklın ve vicdanın sınırsız ufuklarına yelken açan bir uygarlık projesiydi.

4. Analiz, Sentez ve Eleştiri: İki Düşünürün Diyaloğunda Türkiye’nin Modernleşme Çıkmazları
Atatürk’ün projesi ile Berkeley’in felsefesi arasında kurduğumuz bu diyalog, Türkiye’nin modernleşme sürecindeki çatışma ve çıkmazları analiz etmek için de güçlü bir araç sunar.

Analiz (Çözümleme): Türkiye’de zaman zaman yaşanan demokrasi, hukuk ve laiklik krizleri, “kolektif algıdaki” bir bölünmüşlük olarak okunabilir. Toplumun bir kesimi, devleti hala “akıl ve vicdan” temelinde algılarken, diğer bir kesim onu farklı (örneğin dini veya etnik) aidiyetler üzerinden algılayabilmektedir. Bu, Berkeleyci anlamda, aynı “devlet ideası”nın farklı zihinlerde farklı şekillerde var olması, yani tek ve bütünleşik bir “kolektif rıza”nın tam olarak oluşmamış olmasıdır. Atatürk’ün eğitim ve kültür devrimi, bu ortak algıyı inşa etmek içindi. Sürecin tamamlanamaması veya kesintilere uğraması, bu algısal bölünmüşlüğü derinleştirmiştir.

Sentez (Birleştirme): İki düşünürün sentezi şudur: Gerçek bir devlet, maddi güçle değil, yurttaşlarının zihinlerinde aklın, hukukun ve adaletin somut bir ideası olarak var olabilir. Atatürk’ün devleti, Berkeley’in Tanrı’sı gibi, her şeyi her an algılayan bir mutlak otorite değil, bireylerin özgür iradeleri ve rızaları ile sürekli olarak yeniden inşa ettikleri, yaşayan bir organizmadır. Bu sentez, hem otoriterlikten hem de anarşiden uzak, sorumlu bir özgürlük anlayışını işaret eder.

Eleştiri (Yargı): Eleştirel bir bakış, Atatürk’ün projesinin, Berkeley’in felsefesine kıyasla daha “yukarıdan aşağıya” bir algı inşası olduğunu söyleyebilir. Ortak aklı ve vicdanı inşa etme çabası, zaman zaman jakoben bir nitelik kazanmış, “halka rağmen halk için” anlayışıyla yürütülmüştür. Bu, rızanın “verilmiş” değil, “inşa edilmiş” olmasıyla ilgili bir gerilim yaratır. Oysa ideal olan, rızanın tamamen organik, diyalog ve özgür tartışma ortamında kendiliğinden oluşmasıdır. Ancak, savaş enkazından çıkan ve acil modernleşme gereksinimi olan bir ülkede, bu “inşanın” bir zorunluluk olduğu da savunulabilir.

Sonuç: İnsan Merkezli Bir Uygarlığın İnşası için Süregelen Yolculuk
Köpek metaforu, bize bireyin içsel yolculuğunun haritasını çizerken, George Berkeley’in idealizmi, bu yolculuğun toplumsal düzlemdeki karşılığını anlamamız için epistemolojik bir zemin sunar. Mustafa Kemal Atatürk’ün vizyonu ise, bu iki düzlemi birleştiren, hem bireyi hem de toplumu “kâmil”leştirmeyi hedefleyen, pratik ve devrimci bir projedir.

Bu projenin özü, insanı merkeze almaktır. Ancak bu, sıradan, içgüdüsel, “sûrette” insan değil; eylemlerinin sorumluluğunu alan, hatasını telafi eden, rıza arayan, aklı ve vicdanı ile algısını şekillendiren, yani “sîrette” insan-ı kâmildir. Atatürk’ün inşa etmeye çalıştığı devlet, işte bu insan tipinin yetişmesi için gerekli hukuki, siyasi, ekonomik ve kültürel ortamı sağlamak üzere kurgulanmıştır. Bu devlet, Berkeleyci anlamda, somut binalardan öte, bu “kâmil insanların” zihinlerinde “adil”, “meşru” ve “bizim” olarak algılandığı sürece “var olacak” bir idea’dır.

Son tahlilde, bu üçlü diyalog (metafor-Berkeley-Atatürk), bize sadece geçmişi analiz etme aracı vermez, aynı zamanda geleceğe dair bir pusula sunar. Türkiye’nin ve benzeri ülkelerin yolu, önce bireysel olarak “özü yoklamaktan”, sonra toplumsal olarak “hukukun üstünlüğünü”, “laikliği”, “aklın ve bilimin yol göstericiliğini” hayata geçirerek kolektif bir rıza inşa etmekten geçer. Gerçek kemalet ve gerçek uygarlık, bu zorlu, onurlu ve asla bitmeyen yolculukta gizlidir. Atatürk’ün dehası, bu yolculuğun haritasını çizmiş olmasıdır. Berkeley’in dehası ise, bu haritanın, nihayetinde hepimizin zihninde, algılarımızda ve birbirimize gösterdiğimiz rızada var olduğunu hatırlatmasıdır.

Kaynakça

Berkeley, George. (1710). A Treatise Concerning the Principles of Human Knowledge. (İnsan Bilgisinin İlkeleri Üzerine Bir İnceleme).

Berkeley, George. (1713). Three Dialogues between Hylas and Philonous. (Hylas ile Philonous Arasında Üç Konuşma).

Atatürk, Mustafa Kemal. (1927). Nutuk.

Rousseau, Jean-Jacques. (1762). Du Contrat Social. (Toplum Sözleşmesi).

Hanioğlu, M. Şükrü. (2011). Atatürk: An Intellectual Biography. Princeton University Press.

Mardin, Şerif. (1973). Center-Periphery Relations: A Key to Turkish Politics?. Daedalus.

Gökalp, Ziya. (1923). Türkçülüğün Esasları.

Locke, John. (1689). An Essay Concerning Human Understanding. (İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme).

Hume, David. (1739-40). A Treatise of Human Nature. (İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme).

Gülmez, Mesut. (2001). İnsan Hakları ve Demokrasi Eğitimi. TODAİE Yayınları.

Özel, Sina. (2014). Siyaset ve Toplum Felsefesi Açısından Türkiye'de Laiklik. İletişim Yayınları.
Yorum Yapın
Yorum yapabilmeniz için üye olmalısınız.
Yorumlar
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL