Mansur bin Hüseyin, bilinen adıyla Hallac-ı Mansur... O, asırlar boyunca, tasavvuf yolcularının bir ucu keskin kılıç, diğer ucu ise sonsuz bir aşk denizi olan menkıbesi olagelmiştir. O, zühd ve riyaze...
Yıllar süren zindan hayatı ve defalarca ertelenen duruşmaların ardından, ulema ve Halife'nin baskısıyla nihayet idam kararı verildi: "Küfür ve fitne yaymaktan dolayı çarmıha gerilip yakılmasına..." Mansur, bu kararı bir ferman değil, sevgiliye kavuşma daveti olarak kabul etti. Ölümden değil, ilahi aşktan bahsediyordu. İnfazdan önceki son gecesinde, en sadık müritlerinden olan Şiblî’ye vasiyetini iletti. "Biliyorum, bedenimi paramparça edip ateşte yakacaklar. Ama bilin ki, o küller nehre karıştığında Dicle coşacak, taşacak ve Bağdat'ı yutmaya kalkacaktır." Şiblî dehşetle Mansur’a baktı. "Korkma, ey dostum. Nehrin gazabını dindirmek için yapman gerekeni iyi dinle: Külerim Dicle’ye serpildiğinde, hemen yanımdaki eski, yamalı hırkamı al ve nehrin coşkun sularına at. O zaman benim sırrım, ilahi aşktan mülhem o hırka, nehrin coşkunluğunu dindirip Bağdat’ı kurtaracaktır. Bu, benim son kerametimdir." Bu sözler, Mansur'un sadece kendi ölümünü değil, sonrasında gerçekleşecek doğa olaylarını bile önceden bildiğini gösteriyordu. Ölüm, onun için sadece bir sırrın ifşasıydı. Bölüm 9: Aşka Dair Bir Şehadet Ertesi gün, Bağdat sokakları mahşeri bir kalabalıkla doluydu. Mansur, zincirlerle infaz yerine getirildi. Yüzünde ne korku ne de pişmanlık vardı; sadece derin bir sükûnet ve aşk. Halk, onun son anlarını görmek için toplanmıştı. Mansur, çarmıha gerilmeden önce son duasını etti: "Allah’ım! Eğer sana olan sevgimin cezasını çekiyorsam, bu işkenceyi onlara bir ceza olarak geri verme. Onları affet, çünkü onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar." İşkence başladı. Önce taşlarla dövüldü. Her taş darbesinde, ağzından kan yerine bir "Hu!" nidası çıkıyordu. Biri elini kestiğinde, kesilen elinden dökülen kan toprağa, Arapça harflerle "Allah" ve "Enel Hakk" yazdı. En sonunda, bedeni parça parça edildi ve bir odun yığınının üzerine atıldı. Alevler yükselirken, halk yığının içinden bir ses duyduğuna yemin etti: "Hâlâ ben Hakk’ım!" O gün, Bağdat'ta sadece bir derviş değil, bin yıllık bir sırrın taşıyıcısı şehit edilmişti. Bölüm 10: Külden Gelen Ses ve Dicle'nin Kurtuluşu İnfazın ardından, Mansur'un külleri Dicle Nehri'nin sularına savruldu. Küller suya değer değmez, Mansur'un öngörüsü gerçekleşti. Dicle Nehri, beklenmedik bir şekilde coşmaya başladı. Sular hızla yükseldi, kahverengi köpükler köprüleri aştı ve Bağdat'ın alçak mahallelerini yutmaya başladı. Nehir, bir faniyi yakmanın intikamını alıyordu. Şiblî, dehşet içinde koştu. Mansur'un kendisine emanet ettiği eski, yamalı derviş hırkasını aldı ve nehrin en hırçın noktasından sulara attı. Hırka, suya battığı anda mucize gerçekleşti. Sanki nehrin kalbine bir mühür vurulmuştu. Coşkun dalgalar anında duruldu. Sular, yavaşça çekilmeye, kendi yatağına dönmeye başladı. Bağdat, son anda bir felaketten kurtulmuştu. Küllerden dahi gelen manevi güç, Mansur'un fiziksel ölümünün bir son değil, sırrın ve kerametin en büyük ispatı olduğunu gösterdi. Ölümden sonra bile Mansur, hem Bağdat'ı cezalandırmış hem de vasiyetiyle kurtarmıştı. Bölüm 11: Bağdadî'nin Tövbesi ve İtibar İadesi Yıllar geçti. Bağdat, Mansur'un yakılmasını ve Dicle olayını unutamadı. Ulema ve Kadılar, vicdan azabı çekmeye başladılar. Mansur'un sözlerinin ardındaki derin manalar, aradan geçen zamanla daha iyi anlaşılıyordu. O, gerçekten de kendi nefsini değil, Mutlak Varlığı haykırmıştı. Onu yargılayıp idama yollayanlar, artık onun için "Şehîd-i Aşk" (Aşk Şehidi) demeye başlamışlardı. Kendisinden sonra gelen büyük sûfiler, Mansur'un mertebesinin erişilmez olduğunu ilan ettiler. Ebu Said ibn Ebil Hayr, onu anarken gözyaşlarını tutamadı ve "O, Hakk'ın yeryüzündeki en yüksek sırrıydı," dedi. Mansur, artık bir küfürbaz değil, Sûfi yolunun kutbu olarak kabul ediliyordu. Onun ilahi aşktan bahseden şiirleri ve eserleri, gizlice elden ele dolaşmaya başladı. Artık Bağdat, Mansur’u reddettiği için pişmanlık duyuyordu. Bölüm 12: Sonsuzluğa Akan Sır Mansur'un ruhu, bedeni yakılıp külleri Dicle'ye savrulmasına rağmen, Bağdat'ın üzerinde bir sır perdesi gibi kalmaya devam etti. Yazdığı Kitâbü't-Tavâsîn (Sırlar Kitabı), yasaklı olmasına rağmen el altından okunuyor, ilahi birliğin (Tevhid) ve aşkın sınırlarını zorlayan fikirleri, tasavvufi düşüncenin temellerini atıyordu. O, sadece Müslümanların değil, farklı dinlerden ve inançlardan olanların da saygı duyduğu bir figür haline geldi. Çünkü Mansur, tüm dinlerin altında yatan tek bir hakikate, tek bir aşka inanmıştı. Halıcı Mansur’un hayatı, bir romandan, bir menkıbeden öteydi; o, ilahi birliğin çığlığı, aşkın şehadetiydi. Onu idam edenler, onun bedenini yeryüzünden silmek istediler ama başaramadılar. Aksine, onun külleri ve sözleri, yüzyıllar boyunca sürecek bir felsefenin ve kerametin sonsuzluğa akan sırrı oldu. Roman, bir dervişin, Halep'te bir kütüphanede, Fatiha üzerine yazılmış o beş ciltlik eserin ilk sayfasını huşu içinde açmasıyla sona erer. Kitabın ilk satırında, Mansur'un el yazısıyla şu not düşülmüştür: "Oku! Ancak Aşk ile okursan, bitmediğini göreceksin."
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.