Mansur bin Hüseyin, bilinen adıyla Hallac-ı Mansur... O, asırlar boyunca, tasavvuf yolcularının bir ucu keskin kılıç, diğer ucu ise sonsuz bir aşk denizi olan menkıbesi olagelmiştir. O, zühd ve riyaze...
HALACI MANSUR BÖLÜM 4: Zühdün İlk Adımları Şeyh Nuri’nin "Git ve bir müddet sadece yok ol" sözü, Mansur için bir emirden çok, bir kurtuluş ilanıydı. Bağdat'ın kalabalığından ve maddi kaygılarından arınma yolculuğu hemen başladı. Mansur, elinde kalan son meteliği de bir fakire verdi; artık dünyayla olan son bağını da koparmıştı. Zühd (dünyayı terk etme) dönemi, bedenin bir zindan, ruhun ise özgürlüğe aç bir kuş olduğu günleri başlattı. Mansur, kendini Şeyh Nuri’nin rehberliğinde, Bağdat’ın harabelerinde ve ıssız mezarlıklarında riyazete adadı. Geceleri, kışın bile üzerindeki o ince yün hırka ile taş zeminde uyuyor, günde sadece bir avuç kuru hurma veya bir parça ekmekle yetiniyordu. Saatlerce süren oruçlar, uykusuz geçirilen uzun geceler, Mansur’un fiziksel varlığını inceltiyordu. Yüzündeki tüccar neşesi gitmiş, yerine kemikleri sayılan, ama gözleri ateş gibi parlayan bir çehre gelmişti. Şeyh Nuri, Mansur’u en çok zorlayan şeyin sükût (sessizlik) olduğunu biliyordu. Eskiden pazarda en güzel lafları eden, en keskin pazarlığı yapan Mansur, şimdi haftalarca tek kelime etmeden, sadece zikirle meşgul oluyordu. Bu sessizlik, dış dünyanın gürültüsünü kesiyor, Mansur’un kendi içindeki nefsin fısıltılarını daha net duymasını sağlıyordu. Beden aç kaldıkça, ruh doyuyordu. Ancak Mansur’un bu radikal değişimi, Bağdat sokaklarında hızla bir efsaneye dönüşmeye başladı. Çarşıdan geçen tüccarlar, onu köşe başlarında hareketsiz dururken görüyorlardı. Kimi, onun bir veli (aziz) olduğuna inanıyor, gizlice gelip hırkasının ucunu öpüyor, ondan dua istiyordu. "Bu adam, dünyayı bırakmış olmalı," diyorlardı, "Allah’ın sevgili kulu." Diğerleri, özellikle de Kadı Eşref'in çevresindeki katı ulema, onu tehlikeli bir meczup (deli, akıl sağlığı bozuk mistik) olarak görüyordu. Onların nazarında, Mansur'un bu hali, toplum düzenini bozan, şeriattan uzaklaşmış, gösterişçi bir delilikti. "Hangi akıllı adam, onca malı mülkü bırakıp kendini açlığa terk eder?" diye fısıldaşıyorlardı. Mansur, bu iki zıt tepkiye de aldırmıyordu. Çünkü o, artık ne Halacı Mansur'du ne de bir tüccar. O, ne kutsal ne de deliydi; o, sadece yok olmaya çalışan bir nefisti. Bir keresinde, eski bir tanıdığı ona acıyarak bir kese altın uzattı. Mansur, aylarca aç kalmasına rağmen, başını kaldırıp altının ne olduğunu dahi sormadan gülümsedi ve eliyle reddetti. "Eğer bu altın, seni benden daha zengin yapıyorsa, sana kalsın," dedi, haftalar sonra kurduğu ilk anlamlı cümleyle. Bu dönem, Mansur’un içindeki beyaz boşluğun yavaşça ilahi aşkın rengine boyanmaya başladığı zamandı. Bedenin acısı, ruhun tatlı bir acıya, yani aşka dönüşüyordu. Zühd, Mansur’u ölümün eşiğine getirmiş, ama tam orada ona yaşamın gerçek anlamını göstermişti.
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.