Para, gübre gibi etrafa yayılmazsa işe yaramaz. baco
9. Bölüm

Dedemin Anıları 9.Bölüm Ata Dede Diyarından Esintiler

20 Okuyucu
0 Beğeni
0 Yorum
Dedemizin evinin önünde bir iner ağacı vardı. O iner ağacından başlayıp tepeye kadar yol uzanırdı. Düzlükten koca Dereköy tepeye kadar boylu boyunca uzanıyordu. O tepeyle Horzumalayaka arasında ben öküzleri güderdim. Boylu boyunca oralarda ayağımızın altında harman uzanıyordu. Bir kez bu harmanları öküzler yerse bize bu harmanlar mümkün değil yetmez diye çocuk aklıyla düşünüp öküzleri harmanın dışına çıkartmıştım ki sonradan babam devreye girince hata yaptığımı anlamıştım. Öküzleri harmanın dışına çıkarttıktan sonra bir gölgeye çekilip dinlenirken babam geldi, ne yaptığımı sordu.
Ben de ‘‘Çalıştım, dinleniyorum’’ dedim.
Babam da, ‘‘Bu garipleri niye dışarı çıkarttın?’’ diye sordu.
Ben de, ‘‘Harmanı mı yeselerdi?’’ diye karşılık verdim.
Babam da, ‘‘Tabi yiyecekler, her emek onların, ekinleri ekmek, çiftini sürmek, boyunduruğun altında çalışıyor onlar, hemen git onları al da gel, yiyebildikleri kadar yesinler, geri kalanlar bize yeter’’ dedi. Onlar da samanın altında kenelerini bulup yiyorlardı. Bu olay bana bir ders olmuştu. Babam kızak yapıp o kızağın üstünü ekinle doldurup harman yerine getirirdi. Bu işlem her seferinde tekrar ederdi. Ekinler harmana yığılırdı. Dört tarafında elekler, kazıklar olurdu, ekinlerde bir devrilme olmasın, ekinlere destek olsun diye… Bu şekilde harman yerine ekinler ulaştırılırdı. Horzumalayaka’dan başlayarak harmanın uzandığı tepeye kadar boylu boyunca düzlükten başlayarak uzanan Dereköy sonradan belde oldu ve adını Kavaklıdere yaptılar. Oranın nüfusu çok sık artıyordu. Bu yüzden beldeye Ziraat Bankası şubesi açılmıştı. İşte ben de bir gün Kavaklıdere’de bulunurken o anda çıkan bir işimi görmek için Ziraat Bankası şubesine gittiğimde sıra oldukça uzundu ve ben de beklerken uykum gelmesin diye türkü mırıldanmaya başlamıştım ve o türkü senin bu türkü benim mırıldanırken sıra ‘‘Ben gidiyorum Çorum’a’’ türküsüne gelmişti ve ‘‘Ben gidiyorum Çorum’a, bir taş düştü koluma’’ diye söylenirken elime incecik bir el kondu ve ‘‘Çok mu ağır taş düştü koluna?’’ diye bir ses işittim. Birden başımı döndüğümde gülümseyen alımlı, peri gibi güzel bir kız gördüm. Bembeyaz denecek kadar uçuk sarı saçlı, duru beyaz tenli, inci gibi dişleri olan melek gibi güzel bir kız ‘‘Çok mu ağır taş düştü koluna?’’ diye tekrar sordu. Hemen ardından: ‘‘Çok mu acıttı taş canını?’’ diye devam etti gülümseyerek. O anda benim de aklım başımdan gidiverdi ve ‘‘İşte şimdi taş düştü koluma, sen düşürdün o taşı koluma!’’ diye karşılık verdim. Kız da galiba bankada işini bitirmiş, ayrılacak anlaşılan… Tekrar gülümseyerek: ‘‘Hadi uğurlar olsun canım!’’ dedi. Oracıkta donakalmıştım. Sonra birden kendime geldim ve arkasından ‘‘Gitme seni köyüme götüreyim, Alayaka’ya gidelim beraber!’’ diye haykırdıysam da kız çoktan gitmişti.
Banka öğleye doğru tenhalaştı. Uzun olan sıra kısalmaya başlamıştı. İçimden bari öğle yemeği vakti gelmeden işimizi halledebilsek diye düşünüyordum. O esnada güvenlik görevlisi olarak görev yapan esmer, bıyıklı ve uzun boylu adam kasketini çıkarıp kapıdaki levhanın arka yüzünü çevirecekken o anda dibinde beklediğim kapının camı vesilesiyle yüz yüze geldik. O esnada içeride çay dağıtan kız ıslık çalınca güvenlik görevlisi kasketini çıkaran esmer, bıyıklı ve uzun boylu adam arkasını dönüp kıza baktı. Çay dağıtan kız kaş göz edip parmağını bana doğru uzatarak beni gösterdi, güldü. Bunun üzerine bıyığını kaşıyarak kapıdaki levhanın arka yüzünü çevirmekten vazgeçen güvenlik görevlisi kapıyı temkinli biçimde açtı ve bankanın içine girip işimi hallettim. Artık bankadan ayrılmak üzereyken ıslık çalan zarif yüzlü, kumral saçlı çaycı kız bana doğru gülümseyerek baktı. Ben de ona gülümseyerek: ‘‘Hadi uğurlar olsun canım!’’ deyip geçtim gittim zira onunla tanışmaya bile zamanım yoktu ve acil başka işlerimin başına dönmem gerekiyordu.
Dereköy’ün böyle yumuyukarı, onun üst yanında bir düz arazi vardır. Bayramlarda oranın ahalisi birbirinin bayramını kutlamak için adeta panayırı andırırcasına o arazide buluşurdu. Çok güzeldi o yörenin havası da, suyu da, orada bayramlaşmak da ayrı güzeldi. İşte oranın kahvesinde bir gün Gökçe Amcayla çayımızı yudumlarken Gökçe amca, üç gün öncesinde selası okunan ve cenazesini kaldırdığımız Tokatlı Mustafa Dayı için şunları söylemişti: ‘‘Ne yiğit adamdı Tokatlı Mustafa, sağlam topraktı, neredeyse taşı sıksa suyunu çıkaracak vaziyetteydi, kentten insanlar gelirdi ondan akıl almaya.’’ diye Mustafa Dayı’dan övgüyle bahsetmişti. Aramızda geçen bu konuşmadan bir ay sonra Gökçe Amca Horzumalayaka’dan güzel bir ev satın aldı. Ama talihsizliğine bakın ki, ev almasının üstünden bir hafta geçmişti ki babam bana: ‘‘Gökçe Amcanın ayağı kırılmış Kazım, yatıyormuş kendisi, bir gidip geçmiş olsun dememek ayıp olur.’’ dedi. Ben de gidip Gökçe amcaya hasta ziyaretinde bulundum. Ne acı ki o evin hayrını hiç görmedi Gökçe Amca, bir dünya gözüyle o evde oturamadı. Zira iki ay sonra adamcağız vefat etti.
Arifiye Köy Enstitüsü’nde okuduğum yıllarda her yaz tatilinde Dereköy’e giderken dağlara bakardım. O yıllarda içimden dağlara söylenirdim, günlüklerimi tutarken çok özlediğim memleketime ama en çok siz güzel dağlara selam yolladım, yaşadıklarımı yazdığım kadar sizi satırlarıma döktüm derdim. Acep dağlar bundan haberdar olmuş mudur? Böyle düşünürken Dereköy’ün yemyeşil bağlarına doğru yaklaşırdım yolda...
Yine bir yaz günü Arifiye Köy Enstitüsü’nde okuduğum yıllarda bir yaz tatili vesilesiyle köyüme gittiğimde oranın kahvesinde yaşlılarla oturuyordum. Tam o anda o güne kadar hiç görmediğim 65 yaşlarında çok ilginç bir âmâ, yani bir kör girdi içeri. Sonradan anladım, kahvenin daimi ikindi suları müşterisiymiş. O anlatmaya başlayınca herkes dinliyordu. Bunun bir nedeni dilencilikle geçimini sağlayan Garip’in, zorda kalanlara ufak tefek borçlar vermesi, herkesin para problemi varsa, onun olmaması ve bu durumun çevresinde ona bir üstünlük sağlamasıydı. Bir diğer neden de, âmâ ihtiyarın geniş bir kültürel birikimi vardı ve güzel konuşuyordu. Öyle canlı anlatıyordu ki, pazar günleri radyodan futbol maçlarını dinlerken olduğu gibi uyuklamaya başlamıştım; ama bir ara, Garip’in birbirine bağlı iki kısa cümlesi, gözlerimin faltaşı gibi açılmasına yol açtı. O anda ağzımdan şu cümle dökülüverdi: ‘‘Ben böyle şeyleri tarihe yazarım. Kalbimin tarihine…’’
Bu arada Gökçe Amca ve Tokatlı Mustafa Dayı başta olmak üzere o bölgenin insanları çok çalışkan, sabırlı ve atalarından gördükleri biçimde tarımla uğraşırlar. Yağmurun gökten inmediği zamanlarda Dereköy insanı gökyüzüne pek kırgın bakardı. Bazı mevsimlerde imamın arkasına düşüp yağmur duasına bile çıkıldığı oluyordu. Toprak damar damar çatlamasa da insan boz dağların tepesine bakıp, mehtabı veya doğan günü seyrettiği zaman kuraklığın damarını oralarda görürdü. Dereköy’ün ötesinde Gediz Ovası yemyeşil boylu boyunca uzanırdı. Bu ovada alabildiğine gökte süzülerek uçan ibibikler, ok gibi gezen kırlangıçlar, diz boyu ekinler arasında gözleri hep aşağılarda arayan leylekler tabiri caizse ovayı kuş cennetine çevirirdi. Ne vakit üzüm kesme zamanları gelse Kavaklıdere-Örnekköy arasındaki bağlara kardeşlerimle birlikte hem üzüm kesmeye hem de burada bağ ve bostan beklemeye gelirdik. Bir yandan bu işleri yaparken diğer yandan hayallerimizi beraber kurardık. Birimizin hayalinde muhakkak hepimizin de yeri vardır. Kuşlar bizim bağlarımızın üstünde cıvıl cıvıl öter, dallardan dallara uçarlardı. İşte bu bağda bütün bahar ve yazlarımızı geçiren kardeşler olarak mutlu olduğumuzu birbirimize söyler dururduk. Bilhassa geceleri sırtüstü yatıp yan yana yıldızları izler, koca boşluğa bakıp hayale dalar, tartışır, geleceğe dair koyduğumuz hedefleri birbirimizle paylaşırdık. Hele amcamın oğlu Mahmut ile geçirdiğim vakitleri hiçbir şeye değişmem. Yazları tatilde ailesiyle geldiğinde birlikte keçileri otlatmaya giderdik. Ona dair en unutamadığım hatıram onun sünnet merasimiydi. Normalde bizler pek sünnet merasimi yapmaya fırsat bulamasak da amcam İzmir Limanı’nda işçi olarak çalışıyordu ve şehir, medeniyet görmüş adamdı. Oğluna şanına yaraşır bir sünnet merasimi yaptırmak istiyordu ve bunun için de köyde yaptırarak cümle aleme Mahmut’un erkekliğe adım attığını gösterecekti aklı sıra. İşte tam da amcamın oğlu Mahmut’un sünnet telaşından hepimiz meşgulken ve gayet heyecanlıyken Mahmut hiç heyecanlı değildi ve kendisinde bir gariplik vardı. Sünnet merasiminin yapılacağı gün gelip çattığında bu garipliği iyice gizlemez olmuştu. Dışarıda Anadolu göğü, tıpkı bundan önceki günlerde olduğu gibi pırıl pırıldı ancak Mahmut’un yüzü adeta sirke satıyordu. Kendisine niçin böyle olduğunu sorduğumda korktuğunu söyledi. Yaşamının tanıdık nesneleri hâlâ odanın içinde dursa da bunun korkularını hafifletmeye yetmediğini söyledi. Ardından pencereye doğru uzanıp bakınca birkaç gün önce, köy sokaklarında arkasından sürüklediği telden yapılma arabanın köşede durduğunu gördū. Mahmut’a niçin korktuğunu sorduğumda ondan oyun arkadaşlarına gururla bu haberi verdiğinde, kendisinden büyük çocukların söylediklerinin sünnet konusunda kendisini kaygılandırdığına neden olduğunu söyledi.
Sonunda onlara bu işin nasıl olduğunu sorduğunda, her birinin kendi sünnet öyküsünü, usta bir yazar edasıyla süsleyerek, olduğundan daha korkunç hâle getirerek anlattığından falan bahsetti.
Mahmut bunları babasına anlatmak istediğinde ise karşılığında babasının sünnetin korkunç bir şey olduğu fikriyle alay edip kendisini, sünnetin korkulacak bir şey olmadığına inandırdığını ve "Bu, Allah'ın emridir," diye de ekleme yaptığını, hiç kimsenin Allah'ın buyruklarını sorgulayamayacağını söyleyip meseleyi kapattığını, bu tavrın da kendisinde sünnetin, doğaüstü bir olay olduğu kanaatinin yerleşmesine ve bundan dolayı da daha çok korkmasına neden olduğunu söyledi.
Ben de bunlara gülerek büyük çocukların kendisine kötü bir şaka yaptığını, babasının tavrınınsa meseleyi geçiştirmek olduğu şeklinde olduğunu söyledim ve ekledim:
‘‘Amcam belli ki olayın ciddiyetini kavrayamamış, çocukların sana sataşmak için böyle bir sulu şaka ettikleri belli, sünnetin korkunç olduğu fikrine alaycı yaklaşmak yerine bir baba olarak senin korkunun üzerinde sabırla durmalıydı.’’ dedim ve Allah’ın emri meselesini hiç karıştırmayıp sünnetin gayet normal bir şey olduğunu, erkekliğe adım atılmasının anahtarının sünnet olduğunu falan söyledim. Bana bakıp gülümseyen Mahmut’un ellerini tuttum ve kendisine:
‘‘Bak Mahmut, eğer evlenmek istiyorsan bu sünnet olmazsa olmaz. Yoksa vallahi sana hiçbir kız varmaz.’’ dedim tebessüm ederek.
O zaman biraz tuhaf olsa da sonra o da tebessüm etti. Eski korkusundan eser kalmamıştı.
Kuşluk vaktine doğru Mahmut'a kırmızı kumaştan şeritlerle süslenmiş yeni beyaz entarisi giydirildi ve saf altın telleriyle süslenmiş düz, yuvarlak bir mavi şapka sağlam biçimde kafasına oturtuldu. Kahvaltıdan kısa bir süre sonra, davulcuyla zurnacı, tanıdık müziklerini başlatmışlar, erkekler, muhtarın evinde toplanmaya başlamışlardı, ancak Mahmut'un bildiği tek şey o günün geldiğiydi. Sünnet işlemi yapılırken Mahmut hiç korkmadı ve işlem tamamlandığında annesi:
‘‘Acıyor mu oğlum?’’ diye sorduğunda tebessümle karışık şu cevabı verdi:
‘‘Sinek ısırığı gibiydi’’
O gün köydeki sünnet eğlencesi adeta bir karnaval gibiydi.
Mahmut’la geçirdiğim yaz tatillerinin en güzeli onun sünnet olduğu bu yaz tatiliydi.
Ama bununla birlikte her tatilimiz beraber güzel oluyordu.
Fevzi ve Rasim ağabeylerim ve küçük kardeşim Tuğrul’la birlikte Mahmut’u da yanımıza alır, dağ bayır demeden Alayaka’nın tozunu attırırdık.
Çok güzel günlerdi o günler…
Yorum Yapın
Yorum yapabilmeniz için üye olmalısınız.
Yorumlar
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL