1958 yılında ilk kızım Güler doğduktan sonra tayinim çıkınca Aşağıseyit’ten ayrılıp gittiğim Salihli Çapaklı İlkokulu’nda öğretmenlik yaparken öğrencilerime İstiklal Marşı söyletmiştim, çocuklar şiir okumuşlardı. Öğrencilerime bakarken içim kıpır kıpır oluyordu. ‘‘Bunlar bizim geleceğimiz, bunlar ülkemizin umudu’’ diye düşünüyordum kendi kendime... Zaten bu düşünceleri taşıdığımdan ötürü hayattaki tek tesellim, tek dayanağım okuldu. Böyle düşünürken okulun camından dışarıya doğru çiçeklere, çimenlere bakıyordum. Bunları, kuşları, kelebekleri neden çok seviyordum? Elbette ki gelecek, umut gözüyle baktığım öğrencilerimi görünce yaşama ve yaşamaya dair umutlarım yeniden yeniden tomurcuklandığı için... Sanki tüm çiçekler, çimenler, kuşlar, kelebekler gelecek, umut olan öğrencilerimizin yaşayacağı cennet bir dünya için bitiyor gibi hissediyordu insan... İşte o esnada pencereye gözüm iliştiğinde Atatürk büstünün yanında bir adamı görünce çıkakaldım: ‘‘Buyurun, beyefendi. İçeriye geçin.’’ dedim. Adam da: ‘‘Yok ben bir dolaşacağım dışarıda.’’ dedi. Biz de içeride ders yapıyoruz. Adam ise okulun arkasında dolanıp duruyor. Gidip geliyor. Elinde beyaz bir mendil vardı. Adam habire elindeki mendille gözyaşlarını siliyor. Bildiğiniz koskocaman adam ağlıyordu. Sonra birden kapıyı tıklattı. Ben de: ‘‘Buyurun!’’ dedim. İçeriye geçti. En arkadaki sıraya oturdu. ‘‘Ayşe kızım, zili çal.’’ dedim. Öğrencim Ayşe de havan gibi bir zil var ya, işte onu çaldı. Ben de: ‘‘Buyurun, çocuklarımızı yoklayın!’’ dedim. Adam da yüzüme bakıp aynen şunları söyleyiverdi: ‘‘Ben yoklamışım zamanında seni.’’ Birdenbire şaşırıverdim. Ben de: ‘‘Madem öyle gelin, öğretmenler odasına gidelim.’’ dedikten sonra çocukları teneffüse çıkarttım. Teneffüs bittikten sonra çocuklar oturdukları sıralara defterlerini, kalemlerini çıkarırken: ‘‘Defterlerinizi, kalemlerinizi sıralarınıza koymayın, gerek yok buna. Bugünlük ders bitmiştir! Paydos, gidebilirsiniz!’’ dedim. Çocuklar evlerine dağılınca ben de misafirim olan adamla ilgilenmek için öğretmenler odasına buyur ettim adamı… İşte bu adam öğretmenler odasında bana dedi ki: ‘‘Senin Mehmet adında bir öğretmenin var mıydı?’’ diye sordu adam. Ben de: ‘‘Evet vardı. İlkokul öğretmenimin adı Mehmet’ti.’’ dedim. Bu kez adam: ‘‘Peki Mehmet adındaki öğretmeninin soyadı neydi?’’ sorusunu yöneltince ben de soyadının Kutluay olduğunu söyledim. Adam da sevinçle: ‘‘İşte o Mehmet Kutluay benim.’’ diyerek bana sarıldı ve gözlerimden öptü. Beraber kucaklaşıp adeta bir sevgi yumağı oluşturduk. Adamla beraber ben de duygulandım. Yıllar önce öğretmenliğimi yapmış Mehmet Kutluay, tam karşımdaydı. Gözlerime inanamamıştım. İlkokul öğretmenim yıllar sonra karşıma çıkmış ama ben onu tanıyamamıştım. Gözlerimden akan yaşlar adeta sele dönüşmüştü. Benden içmek amacıyla bir sigara istedi. Sigara ile aram olmamasına rağmen gelen misafirler için masamın çekmecesinin içinde bulundurduğum Gelincik ve Sipahi marka sigaralar vardı. Birini alıp bir sigara uzattım öğretmenime. Bana: ‘‘Sen de yak bir sigara.’’ deyince ben de sigara kullanmadığımı söyledim. Haklı olarak da Mehmet Kutluay: ‘‘Peki bu sigaraları masanın çekmecesinde kim için saklıyorsun, bulunduruyorsun?’’ diye sorunca ben de gelen misafirlere ikram etmek için masamın çekmecesinde sigara bulundurduğumu söyledim. Bunun üzerine Mehmet Kutluay da: ‘‘Çok hoşuma gitti, memnun oldum.’’ dedi. Zaten ben içseydim bile öğretmenlerimin, hocalarımın yanında içme gibi bir şeyi yapmazdım. O gün de günlerden cuma idi ve Mehmet Kutluay da: ‘‘Gel seninle beraber cuma namazına gidelim.’’ dedi. Ben de kabul ettim. Abdestlerimizi aldık ve köyün camisinde namaza durduk. Namaz çıkışında köyde edindiğim dostlarım etrafımı çevirdiler. Hepsi de köyün kanı deli akan sakinleriydi. Bana: ‘‘Yanındaki bu misafir beyefendi kimdir Kazım Hocam?’’ diye sordular. Ben de: ‘‘Yanımda gördüğünüz şahsiyet benim öğretmenim olur, Mehmet Bey.’’ dedim. Dost edindiğim köylüler de: ‘‘Ne mutlu sana hocam.’’ dediler. Bu arada Çapaklı da zengindi, bir ağa köyüydü sonuçta. Ağaları Halk Partiliydi. Hemen okuluma yemek göndermişler; sofrasında hindi varsa hindi, ördek varsa ördek, tavuk varsa tavuk yollamışlar. Sofra fevkalade zengindi, bir tek kuş sütü eksikti tabir-i caizse… Sofra adeta dolup kalmış. Meğer bu yemekleri öğrencilerimin babaları yollamış. ‘‘Köyümüzün öğretmeninin misafiri varmış, hem de misafiri olacak adam da öğretmeniymiş.’’ diyerekten sofralarında ne varsa yollamışlar. Mehmet Kutluay hocam ile beraber yiyip içerek bir güzel karnımızı doyurduktan sonra Mehmet öğretmenim bana dedi ki: ‘‘İki çocuk gönder, oğlan çocukları gelsin, gelirken de yanlarında kese kağıdı olsun. Çocuklardan yumurta isteyelim. Para karşılığı bana yumurta getirseler olur mu?’’ diye sordu. Ben de kabul edip çocukları yolladım. Önümüze adeta yumurta yığıldı kaldı. Mehmet Kutluay da: ‘‘Ben bunları Denizli’ye gittiğimde evde hanıma makarna kestireceğim.’’ dedi. Ben de kabul ettim. Çocuklar da yanlarına Mehmet Kutluay’ı aldılar. Ben de onları kapıdan uğurladım. Kendisini yolcu ettik. Ben ertesi gün okulun defterini açtım. Ders defterini açar açmaz gördüğüm manzara beni çok şaşırttı! Defterde hangi öğrencinin ailesinden ne kadar yumurta alındıysa karşılığında da o kadar ücreti yazıyordu. Bunların çocuklara ödenmesini yazmış Mehmet öğretmenim. Giderken bana yazmayı da ihmal etmemiş. Bir de üstüne para koyup: ‘‘Öğretmeninden öğrencisine hediyesidir.’’ diye de not bırakmış. O günlerde aylık maaşım 146 ₺ idi. Mehmet öğretmenim giderken aylık param kadar para koymuş. Böyle öğretmene helal olsun demek lazım gelirdi. Çok sevinmiştim. Çok düşünceli, ince fikirli bir adam olduğunu düşündüğüm öğretmenimin arkasından gözlerim yaşardı, duygulandım. O ziyaret esnasında laf lafı açarken sormuştum kendisine: ‘‘Siz ne arıyorsunuz buralarda hocam, hangi rüzgar attı sizi buraya?’’ İşte o anda Mehmet Kutluay bana şu cevabı vermişti: ‘‘İsabey’de öğretmenler bir türlü geçinememiş, arada sorunlar çıkmış, onların incelenmesine gidiyordum. Denizli’nin Maarif Müdür Yardımcısı olarak beni bununla görevlendirdiler. Yolum İsabey’e düşmüşken seni de unutmadım. Ziyaretine gelmek istedim.’’ dedi. Çaydan geçmiş de gelmiş, çayın giriş yerinden taşlara basa basa gelmiş benim öğretmenim. Bu vesileyle ikinci kızım Gülsel’in 1959’da, ilk oğlum Mehmet’in de 1962’de gözlerini dünyaya 4-5 sene boyunca görev yaptığım Çapaklı Köyü’nde açtığını da belirtmiş olayım.
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.