Bu kitap, bir anda şehir merkezine konulan bombalı saldırıda hayatını kaybeden bir yasak aşkın hikayesidir. Son cümlesini bile söyleyemeden...(Gerçek hikayedir)...
Ama her şeye rağmen, bir rutinim vardı. Saat 18.30. Sirkeci iskelesi. Demir parmaklıkların arkasında birikmiş, evine dönme telaşındaki o yorgun kalabalığın arasındayım. Omuzlar düşük, yüzler asık, gözler boşlukta... Ben de onlardan biriyim. Üzerimde günün tozu, elimde yıpranmış çantam. Dışarıdan bakınca "herhangi biri". Adı Selim. Varlığıyla yokluğu bir. Kimsenin dönüp ikinci kez bakmayacağı o silik silüet . Vapurun kapıları açılıyor. O metalik gürültüyle birlikte içeri doluşuyoruz. Cam kenarında bir yer buluyorum kendime. Dışarıda İstanbul, kızıla çalan bir akşamüstüyle boğuşuyor. Ama benim gözüm manzarada değil, camdaki yansımamda . Karşımdaki koltukta genç bir kadın oturuyor. Kulaklıklarını takmış, gözlerini kapatmış, dünyadan kopmuş. Dudaklarında hafif, hüzünlü bir tebessüm var. Belki de şu an, dün gece okuduğum şiiri dinliyor kayıttan. Belki de benim sesimle ağladı dün gece. Belki de "Kim bu adam? Nasıl bir yüzü var?" diye hayal kurdu saatlerce . Bana bakıyor şimdi. Göz göze geliyoruz. Ama görmüyor. O kulaklarındaki sese aşık, karşısında oturan ve yorgunluktan gözleri küçülmüş bu adama değil. Bilmiyor ki; o kulaklığın içindeki dev, şu an karşısında oturan cüceyle aynı bedende hapis . Çaycı geçiyor. "Tavşan kanı!" diye bağırıyor. İnce belli bardağa vuran kaşığın sesi, vapurun motorunun o hırıltılı titremesi... İşte benim ritmim bu . Bu vapur, beni karşı kıyıya değil; başka bir adama taşıyor. Kadıköy iskelesine indiğimde, Selim o vapurda kalacak. Siyah paltomu yakasına kadar çekeceğim. Adımlarımı hızlandıracağım. Çünkü birazdan ışıklar yanacak. Çünkü birazdan ben, ben olmaktan çıkıp; onların "Karanlıkların Yargıcı", "Gecenin Buğusu" ya da "SonŞair" dedikleri o sese dönüşeceğim. Aslında vapur, denizin üstünde gitmiyor. Benim ikiye bölünmüş ruhumun tam ortasından geçiyor . Vapurun o paslı kapağı büyük bir gürültüyle iskeleye vuruyor. Zincirlerin şakırtısı... Bu ses, benim için günün bitiş düdüğü. İnsanlar yarış atı gibi kapılara hücum ediyor. Herkesin acelesi var; evine, sıcak yemeğine, sevgilisine yetişme telaşı. Ben acele etmiyorum. Çünkü benim gideceğim yer bir adres değil, bir başka boyut . Kadıköy'ün o nemli, iyot ve kestane kokan kalabalığına karışıyorum. Omuzlar birbirine çarpıyor. "Pardon" diyen yok. Kimse yüzüme bakmıyor. Zaten baksalar da göremezler. Ben şu an bir gölgeden ibaretim . Radyo binasının önüne geliyorum. O eski, yorgun apartman. Merdivenleri çıkarken her basamakta Selim biraz daha ağırlaşıyor, omuzlarımdaki yük artıyor. Nefesim daralıyor. Dördüncü kat. Koridorun sonu. Ve işte o kapı... Üzerinde sönük duran kırmızı ışığıyla o mabet . Elim kapı kolunda. Metalin soğukluğu avucumu yakıyor. Bu kapı sadece bir odaya açılmıyor. Bu kapı, iki ayrı dünya arasındaki sınır. Arkada bıraktığım koridor; gölgelerin içinde yaşayan, kimsenin yüzüne bakmadığı, sesini içine gömmüş, o "sıradan" Selim'in dünyası. Sokakta yanından geçip gittiğiniz, varlığıyla yokluğu bir olan o silik adam . İçerisi ise; kelimelere hükmeden, milyonların kalbine dokunan, görünmediği halde şehrin en çok tanınan adamı olan SonŞair'in krallığı . Derin bir nefes alıyorum. Aslında hangisi gerçek benim, ben bile bilmiyorum. Stüdyoya girerken kapıda bıraktığım o sessiz gölge mi? Yoksa o kapıdan içeri girince mikrofonda kükreyen o ruh mu? Belki de ikisi de yalandır. Belki de ben, sadece o kapı kolunu tuttuğum o kısacık andaki boşluğum . Kapıyı açıyorum. Işık yanıyor: ON AIR. Sessiz Selim dışarıda kaldı. Kulaklığı takıyorum. Artık konuşma sırası SonŞair'de . İçerisi zifiri karanlık. Bu benim kuralım. Rejiye giden camın arkasındaki ışıklar dışında, stüdyoda yanıp sönen tek şey mikserin üzerindeki o küçük yeşil ledler. Burası sadece dört duvarla çevrili bir oda değil. Kapıyı kapattığım an, dünya değişir. İstanbul biter, trafik biter, kavgalar biter. Burası başka bir gezegen. Burada bedenler yok. Burada cinsiyetler, yüzler, kıyafetler yok. Burada şişman mısın, zayıf mısın, fakir misin, zengin misin... Hiçbir önemi yok. Kuralların, kanunların ve insanların o acımasız önyargılarının işlemediği; sadece saf duyguların, titreşen seslerin olduğu bambaşka bir evren burası . O yüzden kimse kimliğini getirmez buraya. Herkes kapıda bırakır Ahmet’i, Ayşe’yi, Kemal’i... Bu gezegene giren herkes, ruhuna en çok yakışan ismi giyer üzerine. Kimi "Yalnızların Prensi" olur, kimi "Gecenin Buğusu". Kimi "Yaralı Serçe"dir, kimi "Sessiz Çığlık". Kimse sormaz "Gerçek adın ne?" diye. Çünkü gerçek adımız, kimliğimizde yazan değil; acımızın tarif ettiği o rumuzdur aslında . Önümde dağ gibi yığılmış şiir kitapları... Mikrofona yaklaşıyorum. O kadar yakınım ki süngerin kokusunu alabiliyorum. Selim’in o kısık sesi yok artık. Bu gezegenin tanrısı benim . "Gidenler tek başlarına gitmezler..." diyorum. Sesim kulaklığımda yankılanıyor. Kendi sesimi bir doktorun hastasını dinlediği gibi dinliyorum. "Üzülüyor musun Selim?" diyorum içimden. "Bak herkes ağlıyor şu an. Hadi, bir yerin sızlasın." Yok. Nabız normal. Ben bu duygu gezegeninin tam ortasındaki o hissiz kara deliğim . Müzik yükseliyor. Camın arkasında rejideki arkadaşı görüyorum. Karanlıkta el kol hareketleri yapıyor. Telefon işareti. Birisi hatta. Bu gezegenden bir yolcu daha, ruhunu dökmeye gelmiş .
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.