Sustular, yargılandılar, unutuldular. Bu kitapta 12 kız çocuğu, yaşadıkları karanlığı kendi kalemleriyle anlatıyor: Tecavüz, şiddet, cinayet, çocuk evlilikleri…
Gerçekleri okumaya cesaretin varsa, ...
Boynu kıldan ince kaldı babamın, ezildi beylik lafların altında un ufak oldu. “Peki, Baba” diyebildi, göçük altında kalmış da yardım talep eder gibi bir sesle. Babam da karşı gelemiyorsa dedeme, ağzımı açmaya kalkışamazdım bile! Annem eşarbının kenarıyla gözünden sicim gibi boşanan sessiz gözyaşlarını sildi. Kurbanlık koyunun son canlı hallerini seyreder gibi öyle mahzun baktı bana annem! Sırtımdan aşağı ince keskin bir yel gelip geçti. Biliyordum, günün birinde böyle olacağını. Ne hikmetse dedem ortaokulu bitirmemi beklemişti. Buralarda böyle olurdu! Kız çocuğu okumazdı, onun görevi eviydi, atalarının sözüydü hayatının dersi, evlenince kocasıydı tüm hayatı, kocasının ailesiydi. Bir yerlerde okumuştum “Coğrafya kaderdir” diye, benimde öyle oldu. Annemin, anneannemin, babaannemin, halamın hatta burada yaşayan tanıdık tanımadık tüm kadınların kaderleri erkeklerimizin iki dudağının ucundaydı. Annem babamla zorla evlendirilmiş, hatta babamı bile zorlamışlar, sanırım ilk “Peki, baba” sını da o zaman söylemiş babam. Anneannem kendinden 18 yaş büyük bir adama ikinci eş olarak verilmiş. Ölmeden önce anlatıyordu rahmetli “daha memelerim filizlenmemişti, aybaşı bile olmamıştım” diye. Bende bana öğretildiği gibi hiç okul hayali, severek evlenme hayali kurmamıştım. Buralarda kadınlara hayal, düş yasaktı. Büyüklerin onaylamasa yemek yiyemezdin. Nitekim ben de bir kurbanlık koyun addedildim. Buraların kızlarına göre evlilik yaşımı geçiyordum, on yedisinde ikinci çocuklarını doğuruyordu akranlarım. Kocam olacak olanın dedemin arkadaşının oğlu olduğunu biliyordum bir tek. Ne gördüm ne de yaşını biliyordum, gerçi bilsem ne değişecekti. Tahminimce aramızda yirmi yaştan fazla vardı. Ben on yedi, o kırk – kırk beş! Hazırdım tüm olacaklara hiç ağlamadım, kümesten bozma odama koşarak gidip oturdum sedirin üzerine, annem geldi kısa zaman sonra iki gözü iki çeşme. Boynuma sardı kollarını, duyulmayacağını bilse zılgıtlar çalar, ağıtlar yakardı da sessiz sessiz ağladı. “Yavrum” dedi, “kınalı kuzum” dakikalarca ağladı omzumda, bir tek yaş dökmedim. Dökemedim. Taşlaşmışımda annem bana tapıyormuş gibiydi.
Ertesi gün dedemin arkadaşı yine geldi, buyur ettik annemle sofralar kurduk. Közde kahveler pişirdik. Dedem kovar gibi elinin tersiyle çık işareti yaptı ben kahveleri koyduktan sonra, kapıdan baktım dün akşam ki gibi. Adam dedemin eline balya balya para döktü. Kaç paraya satıldığımı merak ettim, kaça kurban gitmiştim.
Höpürdete höpürdete keyifle içtiler kahvelerini, kısa süre sonrada ayaklandı adam. Tokalaştılar. Anlaşma sağlandı. Kapıya kadar geçirdi dedem ahretliğini, kapı bir duvar gibi örtülünce “kurbanını Allah kabul etsin dede” dedim. Dememle hayatın sillesini gösteren o tokadı yiyip yapıştım yere. Dedemin ayaklarını gördüm, çocuk mezarını andıran o koca ayakları elleri gibi büyüktü. Dedemin bıraktığı nişanesini taşırım hala yüzümde. Uzun zaman sonra ilk duyuşumdu kendi sesimi!
Öğlenden sonra bir araba dolusu kadın beni alıp çarşıya götürdü. Bindallı, gelinlik, gelin çiçeği neyi beğendilerse, neyi kendileri giymek istedilerse aldılar. Parmağıma demirden bozma bir yüzük geçirdi yaşlıca bir kadın. Akşamına bir kedi yavrusu gibi bırakıldım baba evine.
Bir ertesi gün başladı düğün hazırlıkları, içim buz gibi. Kazan kazan yemekler pişirilip götürüldü düğün evine, tepsi tepsi baklavalar, adanan kurbanlıklar bir bir taşındı. Bir bir eksildim o gün. Bir de Atam’ın adını öğrendim, Yaşar’mış adı. Adı batasıca, adını teneşir paklayasıca. Annem yanında üç – beş kadınla odama girdi. Kadınlar ellerinde ki poşetlerden önceki gün aldıklarımızı giydirmeye başladı, saçlarımı yapmaya bir öteki sarıldı. Annem bir köşede durup izledi kızını, kınalı kuzusunu! “Pek de güzel oldu’lar”, “Tüh tüh maşallah’lar” havada uçuştu, gelinliği ayrı beni ayrı övdüler. İçleri bir gram sızlamadı, gözleri şöyle kederle bir saniye bakmadı. Bende kendilerini hiç görmediler. Hazır olduğuma inandıklarında alıp götürdüler beni aşağıya, bir ağabeyim olmadığından belimden kuşağımı babam geçirdi ağzında dualar, gözlerinde yaşlarla. Hiç yüksünmedi babam o kadar kişinin içinde ağlarken. Gözlerimin içine baktı biliyordu ne söylediğimi “Hakkını helal et baba” dediğimi.
Baba evinden davul zurna ile çıkıp yine davul zurna eşliğinde girdim düğün evine, zılgıt çekenler, halay çekenler alkış tufanı oluşturdular. İlk o zaman gördüm beyimi, koca göbeği, dökülmüş saçları, kaytan bıyıkları ve sapsarı dişleri ile gülümsüyor bana bakıyordu. “Ah Yaşar, adı batasıca Yaşar dengini bulamadın mı? Gençleşmek mi niyetin” diye geçirdim içimden. Kolumu tutup kolundan geçirdi, yürümeye başladık bize ayrılan plastik sandalyeli süslü köşeye geçip oturduk. Yaşar’dan başka iki dirhem bir çekirdek olan bir tek nikâh memuruydu, köy yerinde kimin yenisi yeniydi ki zaten. Evet, bile diyemedim memurun sorduğu soruya, başımı aşağı yukarı salladım. Zaten bilerek tanıdık memur getirmişlerdi hoş tanıdık olmasa ne olacak eline üç beş kuruş sıkıştırınca her memur ilan ederdi bizi karı koca. Yemek yemeye gelen herkes yemeğini yedi, oynamaya gelen herkes oyuna doydu. Annem, babam, dedem ve diğer tüm akrabalar beni bırakıp gitti. Kimin nesi olduğunu bilmediğim bir kadın kolumdan tutup eve soktu beni, birkaç basamak merdivenden çıkıp oymalı bir kapıdan içeri girdik. Elime ne zaman yaktıklarını fark etmediğim kınayı yıkadı önce ardından kocamla bana hazırladıkları beyaz işlemelerle süslenmiş yatağa oturtup, kocama sunmam gerekenleri, yapmam gerekenleri bir bir saydı dinliyormuşum gibi. Çıkarken de “yüz görümlülüğünü takmadan duvağını açma” diye de tembihledi.
Kocam, Yaşar geldi nice sonra. Telaşlı mı desem, heyecanlı mı, sabırsız mı bilemedim. Öyle bir tuhaf girdi içeri, içeri girmesiyle göz göze gelmemiz bir oldu. Eğmeyecektim başımı, o yaptığından utanmıyorsa ben utanmayacaktım ki utanılacak bir şey yapmamıştım. Yanaştı, önümde durdu. Tırnağımın kenarındaki eti koparttım minicik kan beyaz gelinliğe değdi. İçtiği tütünün kokusu, içkisinin kokusuna sinmişti koku midem bulandırdı. Omuzlarımdan tutup kaldırdı beni, yüz yüze geldiğimizde nefesi değdi yüzüme. Ölmek istedim. Her şeyin çok kötü olacağına dair hissim o nefesi solumamla hissettim, içimde çığ gibi büyüdü. Cebinden kırmızı kurdele ile yerleştirilmiş beşi bir yerde altınları yular misali geçirdi başımdan. Duvağımı kaldırıp alnıma bir öpücük kondurdu, buz gibiydi. Buzlar altında kalmak gibiydi. “Mirin” dedi sonra, adımı - adımın anlamını, neden yeni doğmuş ve ölene kadar bu isimle yaşayacak birine bu ismi verdiklerini o an anladım. Annemle babam yaşadığım süre boyunca yahut yaşarken öleceğimi bildiklerinden “ÖLÜM” demişler ismime. Ben bunları düşünürken gelinliğin fermuarı indi aşağı, eli çıplak omuzlarıma dokundu. “Mirin çok güzelsin” dedi. Gelinliği üzerimden çıkarttı, “Mirin çok güzelsin” dedi. Omuzlarımdan öptü, Mirin çok güzelsin” dedi. Her dokunuşunda, her öpüşünde, üzerimde ki her hareketinde tekrarladı bunu. “Mirin çok güzelsin”, “Mirin çok güzelsin…” Gece boyunca, sabah güneş yüzünü gösterene, horozlar seslerini kesene, okula giden çocukların cıvıltıları susana kadar inmedi üzerimden, o lanet sesi hiç susmadı, bıkmadı “Mirin çok güzelsin” demekten. Defalarca akıttı irinini, defalarca tekrarladı ismimi, defalarca sayıkladı ölümü. Yıllar yılı yıkansam arınamam, kaynar sularla haşlasam bedenimi yine de kaybolmaz etimden bu pislik. Bir ara yoruldu artık, eşek ölüsü gibi olan ağırlığından kurtuldum bir ara, kendimi odadan dışarı nasıl attım hatırlamıyorum. Derimi yüzseler, kırsalar kemiklerimi hissetmezdim sanırım öyle hissizdi bedenim, öyle hırpalanmış, öyle uyuşmuş! Döndüğümde uyanmış öfkeyle yüzüme bakıyordu, elimdeki tepside yiyecek içecekleri görünce yumuşadı bakışı, hatta gülümsedi bile. Son gülüşü olduğunu nerden bilsindi. Getirdiklerimi iştahla yemesini, içmesini bekledim hemen yanında ayakta, emir komuta bekleyen asker gibi. Yemeğini yiyip karnını doyurduktan ve kendin de güç kuvvet hissetmesinin hemen ardından kaldığı yerden devam etmeye başladı. Terliyor, teninin pis kokusunda terinin kokusu iyice çekilmez bir hal alıyordu. Dokunduğu her yerimi kesip atmak istedim. Üzerimde marifet gibi hareket ediyor, ettikçe coşuyor, coştukça terliyordu. Defalarca devam etti bu, güneş doğduğu yönün tersine battı, hayvanlar orman gezilerini tamamladı, tavuklar tünedi, çocuklar okuldan evlerine döndü. Yaşar, kocam, erim, atam “Mirin çok güzelsin” diye diye son nefesini verdi üzerimde. Ölüm bu kadar sevilmemeliydi. Bilseydi eceli ben olacağım sever miydi böyle beni?
Karakola gidip Yaşar’ı öldürdüğümü, yemeklerine fare zehiri kattığımı söyledim. Ha Yaşar’ın yanı ha kodes bir farklılık yoktu, Yaşar ölümü seçerken bende kodesi seçtim.
Cinayetim, gazetelerde yazmadı. Kimse on yedisinde bir kız çocuğunun kendinden yirmi üç yaş büyük kocasını düğün günü öldürdüğünü duyurmadı.
Hikâyemi bir cezaevinin koğuşlarından birinde yazıyorum. Burada birilerini öldürmüş, birilerini öldürmeye teşebbüs etmiş on bir kız çocuğu daha var.
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.