3
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
960
Okunma

Muğla Ölüdeniz depremi gündeme düşünce, benim aklıma da Ahmet Mete Işıkara düştü.
Yıllar önce Saroz Körfezi’nde halkla konuşurken tanımıştı televizyon seyircisi onu.
“Saroz Körfezi’nde büyük deprem bekleniyor.” haberleriyle paniğe kapılıp plajları kendilerine mesken edinen halka “Depremi önceden haber verebilecek bir teknoloji henüz geliştirilemedi. Bu yalanlara inanmayın” diyordu arkasında bir dizi kameralar eşliğinde.
Halk onun bu güler yüzüne, sevimli tonton görüntüsüne, unvanına, mevkisine güvenip gönül rahatlığıyla evlerinin yolunu tutmuştu. Ve gerçekten de korkulan olmadı.
O tarihlerde Kandilli Deprem Araştırma Enstitüsü’nün Müdürü olan Ahmet Mete Işıkara, kendisine duyulan güven, ilgi ve sevgiyle halkın “Deprem Dede”’si olup çıkıvermişti bir anda. Hatta öyle ki “Türkiye’nin en seksi erkeği” bile seçilmişti.
Ancak günler onun ününe ün katarken, depremle yatıp kalkan halkın, gecesini-gündüzünü kabusa çeviriyordu. Çalan her kapı zilinde. Her karyola gıcırtısında “Deprem mi oluyor?” sorusuyla Kandili’nin telefonları kilitleniyordu adeta.
Enstitüden yapılan açıklamalar ise hep aynı idi. “Türkiye bir deprem ülkesi…Depremle yaşamaya alışmalıyız. Bunun için de gereken önlemler alınmalı, depreme dayanıklı binalar üretmeliyiz.” Diyordu bu tonton bilim adamımız. Bununla da yetinmeyip depreme dayanıklı bir konut projesinde bile yer alıyordu. Tabii para karşılığında.
Reklam filminde İstanbul-Beylikdüzü-’ nde inşa edilecek konutların 10 büyüklüğündeki depreme dayanacağını söylüyor, alıcılara her türlü garantiyi veriyordu.
Kamusal görevin sağladığı güveni ve şöhreti paraya tahvil etmek suç sayılmıyordu belki ama...Hiç de etik değildi.
Ancak 30 ayda biteceği garantisi verilen konutların teslimi çok gecikmiş, üstlenici firma iflas etmişti.
Daha sonraları siyaset sahnesinde yıldızı parlamaya başlamıştı Ahmet Mete Işıkara’nın. Beylikdüzü projesinin büyük ortağı Oğuz Satıcı, yerel yönetim seçimlerinde AKP’ den Bakırköy Belediye Başkanlığı’na aday olmuş, “Deprem Dede” de onun danışmanlığını üstlenmişti. Yani o da artık bir AKP liydi...
Ancak Oğuz Satıcı’ nın üniversite diplomasının çakma olduğunun ortaya çıkması, CHP’ nin adayı Ateş Ünal Erzen’nin karşısında zaten pek güçlü olmayan seçilme şansını büsbütün yok etmişti. Bu skandal “Deprem Dede” ye olan güveni de sarsmış, dolayısıyla seçimler Ateş Ünal Erzen’nin zaferiyle sonuçlanmıştı.
Bir süre suskunluğunu koruyan Profesör Işıkara, kendi uzmanlık alanında konuşmaya başlamıştı ki…
Birden bire bir kahin edasıyla kalkıp, beklenen büyük İstanbul depreminin 2014 yılında olacağını söyleyerek insanları bir kez daha korku ve heyecana düşürüyordu. Oysa bilimin, depremin ne zaman olacağını belirleyecek bir teknoloji geliştirememiş olduğunu yine kendisi söylememiş miydi?
Karşıt görüşte olan diğer bilim adamları, Profesör Işıkara’nın bu müthiş kehaneti, AKP’nin kentsel dönüşüm projesine destek vermek amacıyla ortaya attığını söylemekte gecikmemediler…
Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul…
Ahh! Öyle kötü, öyle fena insanların kuşatması altında inliyordun ki için için…
Seni tanımanın, seni eskisi gibi sevmenin mümkün olamayacağını anlamak, yüreğimi parçaladı…
Bir hafta içinde iki kez yolum düştü Haydarpaşa Numune Hastanesi’ne üç gün arayla.
Hastanenin arka caddesinden gittim hastaneye yürüyerek.
Caddenin Polikliniklere giriş yoluna kadar uzanan geniş yaya yolunun bir kısmı, kenarlarına dikilmiş olan Ihlamur Ağaçlarının kokusuyla insanı büyülüyordu.
Yemyeşil pırıl pırıl yapraklarla bezeli ince narin daları henüz olgunlaşmamış ıhlamur çiçekleriyle yıkılıyordu adeta. Mest oldum.
Dönüşte bir ağaca dayadım sırtımı. Gözlerimi kapattım. Yaratan’ın varlığıyla baş başa idim şimdi büsbütün…
Doğa, benim için en kutsal ibadet yeri olmuştur her zaman…
Ani bir gürültüyle açtım gözlerimi.
Birisi olgun yaşta diğer ikisi genç, üç kadın karşımdaki bol çiçekli ağacın altına yerleştirmeye çalıştıkları masa ve iskemlenin üzerine sıçradılar büyük bir beceriyle.
Bir süre sonra dallar üzerlerindeki mis kokulu çiçekleriyle birlikte yerlerdeydi…
Fırladım hemen!
“Siz ne yapıyorsunuz öyle? O ıhlamurlar henüz olmamış. Hadi onu da bırakın. Dallarıyla birlikte nasıl koparabiliyorsunuz acımadan? ” diyecek oldum…
Kadınlar “Sana ne! Babanın malı mı? Sen kendi işine bak!” sözleriyle sözlü saldırıya geçerken, birlikte geldikleri erkek çocukta yerdeki dallardan biriyle fiziksel saldırıya geçiyordu.
“Bana bak çocuk! Bu ağaçlar da da senin gibi canlı. Onlar da senin gibi nefes alıp veriyorlar. Bu ağaçlar olmasa sen havasızlıktan ölürsün. Yiyip içtiğin her şeyi bu ağaçlar veriyor sana. Serin serin gölgesinde pikniğinizi yapıyorsunuz yayıla yayıla .
O kahrolası bedeninizi evinizdeymiş gibi serip uyuyorsunuz horul horul!
Bu dallar da bu ağacın kolları. Şimdi ben de senin kollarını koparsam!..Ha! Ne dersin? “ dedim ve kollarını kuvvetlice salladım. Linç edilmeyi göze alarak tabii...
Üç gün sonraki randevuma kalbim pır pır ederek gittim yine aynı yoldan. Nasıl bir manzarayla karşılaşacağımı biliyordum…Ancak bu kadarını beklemiyordum yine de.
Ağaçlarda ‘dal” diye bir şey kalmamıştı. Altlarında sopalar, çengelli ipler, kırık merdiven, iskemle parçaları ve kederle sigarasını tüttüren orta yaşlı bir kadınla, kocası olduğunu öğrendiğim, gözleri boşluğa dalıp gitmiş bir erkek.
Onları öyle görünce…O ana kadar tuttuğum göz yaşlarıma hakim olamadım.
Öyle bir boşaldılar ki…
Hemen herkesin söz birliği etmişçesine söylediklerini o kadın da söyledi.
“Bu kadar üzmeyin kendinizi. Bakın herkes ne kadar rahat, mutlu.Yapacak bir şey yok.” derken. Kocası “Ancak Rabbim durdurabilir bunları. 10 şiddetindeki bir depremle!” dedi…