21
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
5141
Okunma

Biliyordum tesadüf diye bir şey yoktu ve her şey “tevafuk”tan ibaretti hayatta.
Yılın ilk ayının sonlarına geliyorduk, Ocak ayazı Ankara’da üşütür insanın iliklerini ama ben telaşımdan olsa gerek hissetmiyordum soğuğu. Kaygılarımdan alelacele kaçarcasına doktordan çıkınca Şehirlerarası Otobüs Terminalinde aldım soluğu. Doktorum dayım olduğundan "hemen alıyorum listeme yarın (Salı) sabah aç gel erkenden ameliyata alacağım seni" dedi. “Mümkün değil ben Perşembe’ye hazırladım kendimi” dedim gözlerimi fal taşı gibi açarak. “Evladım Perşembe’ye ayağa kalkarsın hayırlısıyla ne huysuz bela bir hastasın sen ya hu” deyip, baktı ki baş edemeyecek sarılıp öptü beni ve uğurladı Perşembe sabahı neşterle buluşmamıza. Çantamda köpekli pijamam ve bir iki kitabım, eve annemlere jet hızıyla uğradım ve çıktım ekmek arası bir şeyler yapıp, ne olur ne olmaz diye dayıma muayeneye aç gitmiştim çünkü. Uçak yoktu gideceğim şehre, hemen ilk otobüse bindiğim gibi, ruhumu serinleteceğim bozkıra doğru yolculuğum başlamıştı bile. Yüreğimde garip bir kırgınlık vardı korkuyla cebelleşen. Alt ediyordu ümitlerimi acımasız birkaç duygu. Her seferinde aynı oluyordu, ölecekmişim gibi geliyor ama daha bir diri uyanıyordum o göğü yıldızlı odadaki musallayı andıran masadan. Güçlenmiş gibi ama tükenmekten korkan bir ruh haliyle…
Biraz uyumak istiyordum cam kenarına aldım biletimi, sol yanıma yaslanır uyurum melekler gibi diye. Kara yolculuğunu sevmeyen biri için beş saat epey uzun bir zamandı, hoş deniz de tutar beni, bir tek hava yolculuğunu severim ama tren yolculuğunun ayrı bir zevki vardır çocukluğumdan beri. Oda hızlanınca pek tat vermez diye yıllardır kullanmıyorum açıkcası.
Tam uyumaya karar verdim ki, uzun zamandır beklediğim telefon ve temenniler çaldı kapımı. “Ameliyat sana nedir ki, güçlüsün sen, her şeyin üstesinden gelirsin biliyorum” diyen bir ses karşımda. Hoş kendi doktorlardan iğnelerden çılgınca korksa da bana moral vermeye gayreti güldürdü beni otobüste. Bir yandan gideceğim bozkırın sahibesi arar, nerdesin koordinat bildir diye, bir yandan annem, bir yandan kızkardeşim. Vel hasıl-ı kelam ben yolculukta pek uyuyamadım. Yine tam uyuyacaktım ki sıcak geldi biraz otobüsün havası ve üzerimde abayı andıran mor kapişonlumu çıkartayım dedim ama yanımdaki hanım teyzeyi rahatsız etmeden elbette ki. Ah teyzem sanırım konuşmalarımdan hatta hiç susmamamdan telefonlarda anladı ameliyat olacağımı” yardım edeyim canım evladım” deyiverdi. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü, kala kaldım o can yarısı seslenmesine, “ sağ olun teyzecim , Sağ kolumu pek kullanamıyorum da o yüzden rahatsız ettim, kusura bakmayın lütfen” dedim. Kapşonlumu aldı ve belime koydu “ Belin boşlukta kalıyor yavrum, ağrıyıverir Allah korusun” diye. Bir anda annemi istedim yanıma, saçlarımı okşasın beni ölüm yarısı uykulara o yatırsın istedim. Yüzü aydınlık ve misler gibi kokan bir kadındı, biranda göz göze geldik ve yanağımı okşayıverdi teyze. Ruhum o anda nemli bakışlarında kayboldu, küçük bir kapı aralığında hüznü gün gibi aşikar olan kadının. Tuttu biraz yanağımdan “ benim de kızım var(!)dı sen yaşlarda !!!” dedi ve ağlamaya başladı omzuma yaslanarak. Ve ben keşke “ne oldu kızınıza?” demeseydim. Teyzede aynı şeyi dedi bana “ ben de anlatmasaydım yavrum, üzdüm seni” diye.
Acı geri dönmemek üzere terkedip gitmiş vefasız yâr gibi olsaydı keşke...
Yeterdi !
Yaklaşık iki sene evvel vefat etmiş yavrusu. Dört kızından biriymiş matematik öğretmeni Melek . Aynı zamanda da ADAŞ’ım. Aynı hastalığa tutulmuş bedeni, aynı yerden kırılmış kanadı, biri kız biri erkek ikiz evlat bırakmış ardında ve daha o ölmeden hemen evlenmeyi aklına koymuş bürokrat bir koca. Kızı Gazi Hukuk, oğlu yavrucukta Hacettepe Tıp fakültesini kazanmışlar. Kanser olduğunu öğrendiklerinde Melek’in ailecek uzun süren bir şokun ardından tedaviye başlandıysa da, her geçen gün tazelenmesi gereken ümitlerini yitirmişler. Melek’e hep annesi bakmış, “evimi kapattım kızımın ve torunlarımın yanına geldim yavrum” diye gözündeki yaşlarını bile silmeden anlattı. Melek gözlerini kapatırken “ annem yavrularıma anne sen ol !” diye yalvarmış. Titreyen ellerine takıldı gözüm, evlat acısının bedenini sarstığı nasılda belliydi. Ben tabi kafamdan aşağı dökülen kaynar suyun etkisini hala atamamıştım üzerimden, “o kadar otobüs, o kadar yolcu peki ama bu teyze mi düşmeliydi, Ya-Rabbim o mu oturmalıydı yanıma?” diye diye tükettim sanırım yolumu. Hamd-ü senaya giden bir yol açılmıştı dualarımda.
Teyzenin acıları tazelenirken ben Melek’in hikayesinde iyiden iyiye kaybolmuştum saatlerdir. Giden dönmüyordu, yaşanmış an gibi... Yüreğinde demlenen hüznü istemeden de olsa dökmüştü yerlere. Otobüste “çıt” çıkmıyordu ve biliyordum herkes can kulağıyla bizi dinliyordu, bir ara arkadaki kadın kucağındaki bebeğini uyutmuş ve bizim koltuğa yaslanmıştı gözyaşlarıyla. Artık teyzeyi herkes duyuyordu, yan koridora bakan koltuktaki teyze elini eline koyarak teselliye uğraştıysa da nafile, o bana sarılmakta buldu teselliyi. Ben teyzeye “ teyze bende kanserim” dediğimde gözlerinde dondu yaşları, artık dipsiz kuyulardan çıkıyordu teyzenin sözcükleri, zorlanıyordu konuşmakta, garip bir sızı esir almıştı sesini “ Yok evladım inanmam sen hayat dolusun, Melek’im hüzün ağacının meyvesi gibiydi” dedi zorlanarak, “Telefon konuşmalarını duydum iki lafından birinde gülümsedin, sen çok iyisin evladım, gülmek ve moral senin ilacın unutma ve Mevlâm nazarlardan esirgesin” dedi. Ne garip nasıl bitecek diye düşüne düşüne bindiğim otobüsten, zaman su gibi akıp gitti o gül yüzlü teyzenin sayesinde…
Rahat uyu Melek, evlatların emin ellerde…
Biliyordum tesadüf diye bir şey yoktu ve her şey “tevafuk”tan ibaretti hayatta...
Fotoğraf: SNKY
.