7
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
661
Okunma
Geçmişte kurtuluş savaşı ile emperyalizme okkalı bir tokat atmışız. O tokat başını Yahudilerin çektiği emperyalistlerin dünyayı köleleştirme planlarını tam seksen yıl gecikmesine sebep olmuştur. O gün bu gündür intikam almak için türlü türlü hilelerle aramıza sızmanın yollarını arayıp durmaktadırlar.
Taktik aynı. Önce etnik farklılıkları arkasından mezhepsel farklılıkları belirgin hale getireceksin. Böylece gönüllü hain bulmak daha kolay olacak ve sonuca kestirmeden ulaşacaksın.
Etnik farklılığımızla oynadılar, halkın büyük çoğunluğu bu oyuna gelmedi. Ekmeğini yedikleri vatanın manevi ağırlığı buna müsade etmedi. Ama daima bir B planları bulunduğundan eş zamanlı geliştirdikleri B planına ağırlık verdiler. O plana göre halka aşırı dozda din pompalanacak ve halkı kendi inançları içinde boğacaklardı. Böylece bir taşta iki kuş vurmuş olacaklardı. Hem çağdaş yapısıyla İslamiyet’in en önemli direnç merkezi konumunda olan Türkiye Cumhuriyeti’ni ortadan kaldıracak hem de İslamiyet’i yer yüzünden tamamen tasfiye ederek köleleştirme operasyonunu tamamlayacaklardı.
Neden özellikle Yahudiler diye bahsetmeme gelince; Küresel ekonominin yüzde yirmilik oranını bünyesinde barındıran yaklaşık on beş aile bulunmaktadır. Yani yaklaşık yedi milyar dünya nüfusuna oranlarsak yüzde yirmilik payı on beş aile kalan seksen beşlik oranı ise yedi milyar insan paylaşıyor. İşte bu dünya devi uluslar arası şirketler Yahudilere aittir.
Başta uluslar arası silah sektörü olmak üzere, enerji ve bankacılık sektörlerinde faaliyet gösteren bu malum kesim ABD’de dahil olmak üzere AB ve diğer Hıristiyan ülkeleri denetim altında tutmaktadır. Diğer bir deyimle Hıristiyanlığı tahakküm altına almış bulunmaktalar. Geçmişte Nato, Birleşmiş Milletler Örgütü, Dünya Bankası gibi bilinen yapılanmaların fikir babası ve kurucuları da yine bu malum ailelerdir. Nato’nun görevi S.S.C.B’nin dağıtılmasından sonra bitmemiştir. BM emperyalistlerin siyasi karar alma organı, Nato ise vurucu gücü olmaya devam etmektedir. Emperyalizmin kan ve şiddete dayalı uygulamalarına BM üyesi ülkelerden bazıları zaman zaman karşı çıksa da sesleri cılız kalmakta, sonucu değiştirememektedir. Bunun bir örneğini yakın geçmişte Irak’ın işgali sırasında gördük. BM ancak mazlumlara sözünü geçirebilmekte yaptırımlarını taviz vermeden uygulamaktadır.
Konuyu Türkiye’ye getireceğim!..
Emperyalizmin Osmanlı topraklarını paylaşması ile Anadolu’ya sıkıştırılan Türk ulusu, doğal refleksle direnişe geçmiş ve kendisini yok etmeye yönelik akınları durdurmayı başarabilmiştir. Bu zafer dünyada emperyalizmi mağlup edilmesine ilk ve tek örnektir. Bu nedenledir ki sürekli tarihi gerçekler saptırılmaya ve adeta ikinci bir yapay tarih oluşturulmaya çalışılmaktadır. Emperyalizm Anadolu’da yenilgiye uğramıştır ancak bunun etkileri sadece Anadolu ile sınırlı kalmamıştır. Özellikle İngilizler büyük oranda sömürge kayıplarına uğramıştır. Buna iki önemli örnek gösterilebilir. Pakistan’ı da içinde barındıran Hindistan Anadolu’daki emperyalizmin yenilgisi ile birlikte sınırlı da olsa özgürlüklerine kavuşmuşlardır.
Emperyalizmin milletimize karşı kronikleşmiş kini büyüyerek günümüze kadar gelmiştir. Kurtuluş savaşı kazanıldıktan sonra kurulan yeni Türk devleti parçalanan Osmanlı’nın dış borçlarını da üstlenmek zorunda kalmıştır. Savaştan bütün ekonomik değerleri ortadan kalkmış bir millet olarak çıkan Türk ulusu yaklaşık yirmi sene boyunca dişinden tırnağından artırarak bu borcu ödemek zorunda kalmıştır. Dış borcu ödedikten sonra yine emperyalistlerce çok cazip şartlarla kredi teklifleri arka arkaya dizilir. Ancak sütten ağzı yanan ayranı üfleyerek içer atasözünde olduğu gibi o dönemin yöneticileri bu tekliflerin birer tuzak olduğunu düşünerek temkinli yaklaşırlar ve kabul etmezler.
Bu temkinli yaklaşım Menderes hükümetine kadar devam eder. Bu gün yaşları seksen ve üzeri olan insanlarımıza o günleri sorarsanız o dönemden büyük bir memnuniyetle bahsettiklerini göreceksiniz.
Bu memnuniyetin sebepleri ne idi!?
Yüksek vergiler nedeniyle iyice bunalmış köylü, çiftçi, esnaf birden bire bu yükten kurtulmuş ve bir anda bu gün olduğu gibi ülkenin her yerinde otoyollar parklar bahçeler yapılmaya başlanmıştı. Oysa halk bu gelişmelerin kaynağının dış borçlanmalar olduğundan habersizdi. Emperyalizmi rahatsız eden akılcı ve çağdaş yapılanma yerini yine taasuba ve sahte zenginliklere bırakmıştır. Kurtuluş savaşı sırasında işgalcilerle işbirliği içinde olan din kisvesine bürünmüş bazı simalar ve onların uzantıları artık siyaset sahnesinde boy göstermeye başlamışlardır.
Toplumda bütün bu gelişmeleri ve altında yatan acı gerçekleri görebilen teşhis eden bir kesim vardır. Bu kesim sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen aydınların yanı sıra üniversitelerde eğitim almakta olan genç beyinlerdir. Gidişata tepki vermekte tereddüt etmezler ve direnişe geçerler. Vatansever duruşları emperyalistleri rahatsız etmiş olmalı ki bir küfür gibi algılatılan komünist yaftasıyla ödüllendirilirler. Bir çoğu zindanlarda çürütülür ya da idam edilir. Oysa onların tek suçu oynanan oyunu görmüş olmaları ve vatanlarını sevmeleridir. Cumhuriyetin yetiştirmekte olduğu bu pırıl pırıl gençlerin mücadeleleri tüm ulusa yayılmış fakat eş zamanlı olarak emperyalistlerce karşı cephe oluşturulmuştur. Bu gizli eller kısa sürede tarafların çatışmalarını sağlayacak ortamı olgunlaştırmış ve sonuç da almışlardır. Artık ülkede bir iç çatışma hakimdir. Yeni bir askeri darbe için uygun ortam oluşuncaya kadar gizli eller sürekli yaraları kaşır durur. Ve beklenen olur. Türk Milleti 12 Eylül 1980 sabahı darbeyle uyanır. Bu darbe emperyalistlerce planlanmış ve ulusalcılara karşı yapılmış Amerikan menşeli bir darbedir. İç çatışmalar nedeniyle büyük acılar yaşatılmış halk istikrara susamış ve bu nedenle de yapılan darbenin kendilerine bu istikrarı verebileceği umuduna kapılmıştır. Oysa asıl çorap bundan sonra örülmeye başlanacaktır. Zira S.S.C.B dağılmış ve emperyalizmin en güçlü odağı ABD dünyanın tek lideri konumundadır. Artık ülkemizin geleceği ile ilgili önceden hazırlanmış planlar tek tek uygulamaya konulacaktır. Bunu da kendilerinin belirlediği radikal simalarla gerçekleştirmeyi uygun görmüşlerdir.
Askeri darbe amacına ulaşmış ve darbe lideri kendini cumhurbaşkanlığı köşküne taşıyarak Türk siyasi tarihinde yeni bir sayfa açmıştır.
Bu günlere zemin hazırlayan yeni bir anayasa hazırlanarak yönetim sivillere devredilecektir. Daha sonra bizzat Kenan Evren’in ifadeleriyle helikopterle yolculuk yaparken aşağıya bakıp insanların dinlerini bilmediklerini görmesi şeklinde ifade bulan açıklaması bu günlerin geleceğini haber vermekteydi. Gerekli zehirli ortam hazırlandıktan sonra sıra bu zehri zerk etmeye gelmiştir.
Bu aşamada Türk insanı Turgut Özal ismiyle tanışır. Radikal uygulamalarıyla hafızalara kazınan yeni lider, altyapı hazırlanmadan serbest piyasa ekonomisine geçerek Türkiye’yi dünya devlerine pazarlanmak üzere piyasaya çıkarmıştır.
Üniversiteler, üniversiteli gençler siyasetten uzaklaştırılmış kültür emperyalizmi ile özünden uzaklaştırmanın yolları aranmaya başlanmıştır. Bunun için yazılı ve görsel medya en uygun araçtır ve özel televizyonlarla çeşitlilik sağlanarak çok koldan saldırıya geçilmelidir. Öyle de olmuştur. Arka arkaya yayın hayatına başlayan özel radyo ve televizyonlar Türk toplumuna
yabancı kültürleri aşılamaya başlamış hızlı bir toplumsal değişime sebep olmuşlardır. Önceleri Brezilya dizileri ile televizyon bağımlılığı sağlanmış akabinde çağdaş yaşam diyerek televole ve benzeri programlarla değişime hız kazandırılmıştır. Sıra dışı yaşam tarzları, her türlü çıplaklık çağdaş yaşam tarzı olarak sunulmuş böylece muhafazakar insanlarımızın korkuya kapılarak arayış içine girmeleri sağlanmıştır. Tam da bu aşamada tarikatlar devreye girerek halkın tabi beklentilerine cevap verme görevini üstlenir. Muhafazakar yazılı basının yanı sıra yine muhafazakar TV kanalları yayın yapmaya başlar. İnsanlar tercihe zorlanır. Bir tarafta sıra dışı yaşam tarzını çağdaşlık diye empoze etmeye soyunmuş medya diğer tarafta muhafazakar görünen fakat toplumu hızla tarikatların kucağına iten medya ile hızlı değişime yeni bir aksiyon kazandırılmıştır.
Artık istenilen ortam hazırdır ve sıra Türkiye Cumhuriyeti ve onun kuruluş felsefelerini tartışmaya açmaya gelmiştir. Önceleri bunu kişisel radikal çıkışlar yaparak toplumun tepkisi ölçülmüş daha sonra ise bu kişisel çıkışlarda sayılar artmış ve bu durum toplumca kanıksanır hal almıştır. Vatan kelimesi bile hakir görülür hal alıncaya kadar insanlarımıza din pompalanmıştır. İnsanlara hizmet için var olan din kavramı hizmet alır duruma getirilmiş ve insanlara “bize önce din lazım” fikri aşılanmıştır. Bu faaliyetler sürerken bir yandan da özelleştirme adı altında ülkenin bütün stratejik kurumları yabancılara satılmış devletin ekonomik direnci pamuk ipliğine bağlanmıştır.
Yolsuzluk, hırsızlık, kadrolaşma son hız sürerken belediyeler yapay refahın göstergesi olan park-bahçe yatırımları ile bütçelerini hızla eritme yolunu seçmişlerdir. Zaman zaman öyle abartmışlardır ki yabancı ülkelerden astronomik ücretlerle çiçek tohumları almış ve insanlarımıza lale devrini hatırlatan görüntüler yaşatmışlardır. Oysa onca satılan devlet kurumlarına rağmen dış borç beş senede ikiye katlamıştır. Tabi ki bu konuda vatandaştan saklanmakta ve “nerdeeen nereye” diye başlayan icraatın içinden programlarıyla istikrardan ve büyümeden dem vurmaya devam edilmektedir. Gerçekler ise bırakınız büyümeyi, istikrarı, adeta ülke işgale hazır hale getirilmeye çalışılıyor görüntüsü içindedir.
Vatandaşın eğitim eşitliğini ortadan kaldırmak için özel okullara devlet teşviki artırılmış, devlet okullarına ise sıfır bütçe ile eğitim giderleri vatandaşın sırtına yüklenmiştir. Ortak müfredattan seçmeli müfredata geçilmiş, dersanelere bütçe ayıramayan ailelerin çocukları yükseköğrenimin dışında tutulmuştur. Eğitimde niteliksizleştirme ile kolay güdülebilir bir toplum yaratmanın her türlü emareleri görünür hal almıştır.
Çalışanların sosyal güvenliği darma duman edilmiş sağlık kurumları iflasın eşiğine getirilmiştir. Her sokak başında adeta ciklet dağıtırcasına kredi kartı dağıtan seyyar noktalar oluşturulmuş ve insanlarımıza tüketim alışkanlığı kazandırılarak gırtlağına kadar borç batağına itilmiştir. Köylü, çiftçi bitmiş. Küçük esnafın rekabet etme gücü elinden alınmış neredeyse her mahallede hipermarketler açılarak daha çok tüketmenin hastalık boyutuna ulaşması sağlanmıştır.
Borç batağında debelenen insanların ülkede çıkabilecek en ufak ekonomik çalkantıya tahammülü kalmadığından “denize düşen yılana sarılır” misali sahte istikrara sıkı sıkıya sarılması sağlanmıştır. Artık vatandaş ekonomik olarak istenen noktaya getirilmiş ve beş yılda bir kullandığı oyunu bile satabilecek konumdadır. Nihayetinde son seçimlerde bunu da görmüş bulunmaktayız. Ölümü gösterip sıtmaya razı edenler, birkaç torba kömür birkaç poşet pirinç karşılığında rey satın almışlardır. Vatandaş panik içindedir. Kardeşi kardeşe düşürmenin start düğmesine basacak olanlar eli düğmenin üstünde uygun zaman kollamaktadırlar. Bir iç savaşa doğru hızla gidilmektedir. Laikliği dinsizlik olarak lanse eden siyasiler bu vebalin altından kalkabilirler mi bilinmez ama kesin olan bir şey vardır ki halk aldatıldığını üstelik de dini ile aldatıldığı fark ettiği an bazılarını çok sert bir şekilde cezalandıracaktır.