7
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
794
Okunma

CIA’i sever misiniz? Hemen seven var mı demeyin; bir tane var: Ben severim. İstihbarat örgütlerinin hiçbirinden hazzedilmediği bu dünyada ben, Mustafa İlhan Tunalı, CIA’i seviyorum.
Peki bu sevgi neden? Belki de ben diğer insanlara sormalıyım: Sizin düşmanlığınız nedendir diye. Ne yaptıklarını herkesin bildiği gibi ağızlara sakız olan lafları geçin, “Şu gün CIA’in bana şu kötülüğü dokundu.” diyebilir misiniz? Bu örgüt kişisel olarak, doğrudan (dolaylı değil, kelebeğin kanat çırpışına çevirmeden) size zararlı bir harekette bulundu mu? Bulunmadı. Ben ise göğsümü gere gere “CIA’in bana büyük iyiliği dokunmuştur!” diyebilirim. Nasıl mı?
Eylül’ün serinlemeye başladığı günlerden biriydi. Astoria kafede Yusuf’u bekliyordum. Yusuf güvenilir bir adamdır, randevularına mutlaka gecikir. Geldiğinde de bahanesini hayatta tahmin edemezsiniz. Bir gün evde piyano teslimatını bekler. Daha sonradan siz evde teslim edilmiş bir piyano olmadığını görünce cevabı hazırdır: “İşte o gün bekledim, seninle buluşmama geç kaldım, baktım gelmiyorlar, ben de çıkıp geldim. Bir daha da piyano getiren olmadı.” Diğer bir gün evinin önüne yolcu uçağı iner. Sizin “Nasıl yani?” diyemeden cep bilgisayarından haberi gösterir. Gerçekten bir yolcu uçağı evlerinin önündeki nehre acil iniş yapmıştır. Olay o kadar ilginçtir ki aklınıza Yusuf’un elindeki bilgisayarın telefon özelliği de olduğu ve onunla sizi arayıp geç kalacağını söyleyebileceği gelmez. Neyse, lafı dolaştırmayalım, Yusuf o gün de geç kalmıştı.
Başımda dikilen Ebony’e, kendisi Yusuf’un favori garsonu olur, kahve şiparişimi verdikten sonra elimdeki tablette gezinmeye başladım. Nasıl oldu bilmiyorum, arama motoru bir sebepten ötürü beni CIA’in dünya ile ilgili raporlarının olduğu siteye yönlendirdi. Ülkelerle ilgili istatistiksel bilgilerin verildiği bu sitede ister istemez Türkiye’nin sayfasını çevirdim. Bir başka pencerede de Amerika’nın sayfasını açık tutuyordum ki, karşılaştırabileyim. Ekonomik ve askeri karşılaştırmaları bolca yaptıktan sonra gözüm bir noktaya takıldı. Bütün o sitede beni doğrudan ilgilendiren yegane sayı ile karşı karşıyaydım: Türk erkeğinin ortalama yaşı! İster istemez kalan süremi hesapladım. Yolun ilk yarısı çoktan bitmiş, diğerinden de epey bir miktar katedmiştim. İçgüdüsel olarak Amerikalıların hayat uzunluğuna baktım: Erkekleri benden yedi yıl fazla yaşayacaklardı.
Niye böyleydi? Sonuçta onlarla aynı ortamı paylaşıyor, aynı yiyecekleri yiyor, aynı oranda alıştırma yapıyordum. Ama bir şekilde onların cebinde fazladan yedi yıl vardı. Kahvem geldi, herkes gibi şekere uzanmadan içmeye başladım. Diğer masalara benden farklı bir şeyler yapıp yapmadıklarını anlamak üzere göz gezdirdim ama değişik bir şey göremedim. İki yaşlı kadın sohbet ediyor, ederken kahvelerini yudumluyorlardı. Gençten bir çocuk kendisiyle aynı yaşta çekik bir kıza bağlama çekiyordu. Masaların üzerindeki dizüstü bilgisayarlarına gömülenleriyle Astoria, Manhattan’ın göbeğinde sıradan bir kafeydi ve ben de sıradan, onlar gibi yedi yıl fazla yaşaması gereken bir müşteriydim.
“Dalmışsın?”
Ben irkilirken Yusuf da bir sandalye çekip yanıma oturdu.
“Olur öyle” dedim, “Seni beklerken zamanın başka türlü geçeceği yok.”
“Hemen hücuma geçme. Olanları anlatınca inanamayacaksın.”
Başka zaman olsa fırsatı kaçırmazdım. Yusuf’un hayalgücü bizi saatlerce eğlendirebilirdi. Zaten hayatını da bu gücün sayesinde yazdığı kitaplarla kazanıyordu. Epey sayıda basılı eseri vardı ve utanmadan kendine yazar diyordu. Ama bu sefer aklım okuduklarımla öyle meşguldü ki konuşmasına izin vermedim.
“Tamam, tamam, her ne ise unutalım gitsin. Sen şimdi şu soruma cevap ver.”
“Ama...”
“Tamam dedim ya.”
Sonra ona kafamı kurcalayan sorunu anlattım. İlk tepkisi:
“Seni çok uzun süre bekletmişim; belli ki yaramamış.” oldu.
İfademi görünce alay etmeyi bıraktı. Konuya daha ciddi bir şekilde yaklaşmayı denedi:
“Dediğin gibi aynı koşullarda yaşıyorsun. Peki farkın genetik sebeplerle olabileceğini düşündün mü?”
“Amerikalılardan bahsediyoruz. Onların da kendi aralarında genetik bir ortaklıkları yok ki. Onlar bir çorba, biz onlardan çorba.”
“Haklı olabilirsin” dedi. Sonra salona dönüp:
“Aslında cevabı ortada.” diye devam etti. Bir yandan Ebony ile göz göze gelmeye çalışıyor, bir yandan da konuşuyordu.
“Onlarla aranda büyük bir fark var. O da senin bir Türk kadınıyla evli olman.”
“Yani?”
“Yanisi yok işte. Sen kendin söylüyorsun, yıllardır onun evinde yaşıyor, onun istediklerini yiyor, onun giy dediklerini giyiyor, çıkar dediklerini çıkarıyorsun. Evlendiğinizden beri hemen her gün tartışıyorsunuz ve bugüne değin herhangi birini kazandığını hatırlamıyorsun. Sen çocuk istemiyordun, o istiyordu ve bugün dört çocuk babasısın. Tatillere onun istediği yerlere gidiyorsunuz. Onun ailesi New York’a geldiğinde bir ay kalıyor, seninkiler ise bir hafta; o da iki yılda bir. Her buluşmamızda en azından kırk beş dakika ondan yakınıyorsun ve her seferinde ondan gelen mesajla apar topar evine koşuyorsun. Haliyle de bu ritimle de yedi yıl erken gideceksin.”
“Hadi canım...”
“Soğukkanlılıkla bir düşün, haklı olduğumu göreceksin.”
Ebony’nin gelişiyle Yusuf’un dikkati konudan uzaklaştı ve siparişine odaklandı. Doğru söylüyor olabilir miydi? Başka bir sürü etken yok muydu? Tek fark Türk kadını mıydı? Evet, ben Amerika’da yaşıyordum ama geri kalan Türkler okyanusun öbür tarafında, buradakinden çok değişik koşullarda yaşıyorlardı. Ebony gittiğinde buluşumu Yusuf’a açtım.
“Peki” dedi. “Kendimi daha fazla yormayacağım. Yeniden gir o siteye.”
Tableti elime alıp dediğini yaptım.
“Bak şimdi Yunanlıların ortalama yaşına.”
İnanılmazdı! Komşunun erkekleri benden sekiz yıl daha fazla yaşayacaklardı.
“Sence Yunanlılar bizden çok mu farklı yaşıyorlar? Demek ki...”
Demek ki eşim benim ömrümü tüketiyordu. Bunu hep söylüyordum ama bilimsel bir gerçek olabileceğini düşünmemiştim. Ne yapmalıydım? Boşanmalı mıydım? O yedi yılın bir bölümünü geri alabilir miydim?
İçimden bir ses, karımınkine benzer bir ses, bunun böyle olmadığını söylüyordu. Birden aklıma geldi:
“O zaman...”
Yusuf kahvesini karıştırıyor, az ileride dizüstü bilgisayarı ile meşgul bir kızı seyrediyor, beni dinlemiyordu. Onu dürtüp baştan aldım:
“O zaman bunu nasıl açıklayacaksın? Türk kadını da Amerikalıdan az yaşıyor, hem de sekiz yıl.”
Umarsızca güldü.
“Bariz değil mi? Ulu çınar devrilince, sarmaşık da onunla beraber gidiyor.”
Fincanımı ağzıma götürdüm: Boştu. Ebony’e “Bir tane daha” işareti yaptım. Bu arada telefonum mesaj aldığını bildiren şekilde titredi. Eşimdendi, ister istemez okudum. Sonra kalktım, tabletimi koltuğumun altına aldım. Sorgulayan gözlerle bakan Yusuf’a beklediği açıklamayı yaptım:
“Kusura bakma, gitmem gerekiyor. Akşam sinemaya gidecekmişiz.”
“Hangi filme?”
“Bilmem, söylemedi. Ha, bu arada, benim kahve gelince sen içersin artık.”
Aceleyle kafeden çıktım.