15
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1921
Okunma

İbrahim Paşa bir kaç gündür hep aynı rüyayı, daha doğrusu kabusu görmekteydi : Yatmak için üzerindeki kaftanını sıyırıyor, başındaki kavuğu çıkaracağı zaman başı kavukla birlikte gövdesinden ayrılıyor, o da boynundan oluk oluk kan fışkırırken bu başı elleriyle sivri bir mızrağın ucuna yerleştiriyordu.
Önceleri çok da aldırmamıştı bu rüyaya çünkü küçüklüğünde öğretmişlerdi ki rüyada kan görülürse o rüya ifsad olur ( Yani bozulur ) Fakat son zamanlarda çok sık görmeye başlamıştı . Artık rahatsız oluyordu. Bunu bir müneccime tabir ettirmeliydi.
Sarayda pek çok müneccim vardı. Lakin onlar da kendisi gibi günlerini şarap meclislerinde geçiren zevk-u safa düşkünü insanlardı ve de çok dalkavuk idiler. Sırf kendisinden üç beş akçe ihsan kapabilmek uğruna yapamayacakları yalakalık yoktu. Gördükleri gerçekleri değil sadece ve sadece kendisini mutlu edebilecek şeyler söylerlerdi. Oysa İbrahim Paşa geleceğini, kaderinin ona neler çizdiğini öğrenmek istiyordu.
Artık ne şarap, ne de koynunda yattığı körpe cariyeler onu uyutmaya yetmiyordu. Uykularını kaçıran bu habis şey ne ise onu mutlaka öğrenmeliydi. Doğru, dürüst , sözüne güvenilir ve karşısında korkmadan, yalakalık yapmadan konuşabilecek tek bir kişi vardı: Aziz Mahmut Hüdai Dergahının genç mollası Ali Osman Efendi.
Her ne kadar kendisi sadrazam ise de Molla Ali Osman Efendi ayağa çağrılmazdı. Onun ayağına gidilirdi. Özellikle Nemçe ( Avusturya ) Küffarı ile yapılan Pasarofça Antlaşmasından sonra iyiden iyiye sapıtmış olsa da , Şeyhülislam ve kazazker efendileri adam yerine bile koymasa da Ali Osman Efendi’ye hürmeti farklıydı. Gerçi onun müneccimlik yaptığını, ya da rüya tabir ettiğini hiç duymamıştı ama ne olursa olsun bu kötü rüyayı , lafı sağa sola çekmeden dosdoğru ancak Molla Ali Osman tabir edebilirdi.
Kalktı Aynanın karşısına geçerek giyinmeye başladı.
‘’Nedir bu İbrahimlerin çektiği. Peygamber olanını ateşe attılar, makbul olanı maktul oldu. Şimdi de sıra bizim kellemizde mi? ‘’ diyerek acı acı sırıttı. ‘’ İyi de niçin? Memalik-i Osman’da nice eserler yaptırdım. Cami, imaret, yol, köprüler yaptırdım. İstanbul’u lale bahçeleriyle bezettim. Kadınlı erkekli ahali eğlensin diye bunca parklar, dönme dolaplar yaptırdım. Tebaa zengin. Boğazda, Emirgan’da bir sürü köşkler yapılıyor. Bu memlekete matbaayı ben getirdim ki her kes bol bol kitap okuyabilsin. Savaşlara son verdim ki milletim yüzü gülsün. Sulh ve selamet kaplasın ülkeyi.’’
‘’Benim ne İbrahim Peygamber gibi Nemrut’um var beni ateşlere atacak ne de makbulken maktul olan Pargalı serserisi gibi ihtiraslarım… Dünyayı titreten bir Süleyman’ım… Ne Hürrem, ne de Kösem Valide Sultanlarım var. Gerçi benim de yerimde gözü olanlar var ama Allah başımızdan eksik etmesin, benim hünkarım Ahmed-i Salis ( III.Ahmet ) tırnağımı bile değişmez o serserilerin hiç birisine. Rabbim, Halil’im ( Dostum ) dediği İbrahim’ini ateşten korumak için ‘’Ey ateş…İbrahim için sakin ol ‘’ dediği gibi benim için de der mi acaba?’’
Halil ve İbrahim…İbrahim peygamber zamanında bir iken Halil İbrahim… İbrahim Halil iken, Nevşehirli İbrahim Paşa zamanında karşı karşıya gelecekler, birbirlerine düşman olacaklar ve Halil yüzünden İbrahim’in boynu cellada teslim edilecekti. Yüce Yaratan’ın ne garip bir tecellisiydi bu .
İbrahim Paşa Hazırlattığı Saltanat kayığı ile Üsküdar’a Molla Ali Osman Efendi’yi görmeye giderken Galata Meyhanelerinden birinde dünyanın o güne kadar tanıdığı en büyük serserilerden biri olan Halil, arkadaşlarıyla birlikte bir taraftan testi üstüne testi şarap deviriyor, diğer taraftan da memleket meselelerini konuşuyordu(!).
Arnavutluk - Hoşperte’den gelmişti İstanbul’a Halil. Önce sokaklarda , boynuna astığı bir tabla içinde çengelli iğne, makara, iplik, düğme, kopça gibi şeyler satan bir satıcı iken daha sonra Bu günkü İstanbul Üniversitesi yakınlarında Vezneciler denilen semtteki hamamda tellaklık yapmıştı. Daha sonra bir yolunu bulup kendisini levent olarak donanmaya yazdırmış ama deniz eri olmak ona göre bir iş olmadığından yeniçeri olmuştu . Leventlikte avantadan para kazanmak neredeyse mümkün değildi. Hayatları - Hiç bir halt etmeseler de - denizlerde geçiyordu. Onlar denizlerde ekmek arası balığa talim ederken burada yeniçeriler günlerini gün ediyor, tüccarlıktan, kuyumculuğa kadar her türlü başka işlerden ve özellikle çarşı-pazar esnafından aldıkları haraçlarla oldukça tatlı bir hayat sürüyorlardı. Onlara hiç kimsenin, hatta padişahların bile dokunması mümkün değildi. Bunu ilk kez aklına getiren Osman-ı Sani ( II. Osman- Genç Osman ) olmuş lakin bedelini Yedikule zindanlarında hayatı ile ödemişti.
III. Mehmet’in sünnet düğününde gösteriler yapan bir takım hokkabazların yeni çeri ocağına yazılmasıyla başlamıştı bu ocaktaki bozulmalar ve 1730 yılına geldiğinde artık deftere kayıtlı yeniçeri sayısı yüz binin üzerine çıkmıştı. Oysa Kanuni devrinde bile sayıları en fazla kırk bin civarındaydı. Savaşlarda ölen yeniçerilerin maaş defterleri bazı insanların eline geçiyor ve bunlar hiç bir görev yapmadan devletten her üç ayda bir ulufe ( maaş alıyorlardı ) Bu da yetmezmiş gibi tımarlı sipahilerine verilmesi gereken topraklar artık yeniçerilere verilir olmuştu. Evvelden evlenmeleri, başka işlerle uğraşmaları, toprak sahibi olmaları yasak olan yeniçeriler şimdi bu sayılanların hepsini yapıyorlardı. Daha önce sadece devşirmeler yeniçeri olabilirken III. Mehmet le birlikte her önüne gelen rüşveti bastırıp kendini yeni çeri ocağına kaydettirebiliyordu. Kayıtlarda yüz binden fazla görülen yeniçeri savaş zamanlarında yine otuz, otuz beş bini aşmıyordu.
Zaman içerisinde hangi devlet adamının göreve getirileceğine, kimin görevden alınacağına, hatta hangi padişahın tahtta kalması gerektiğine bile karar verenler onlar olmuştu. Hele bir de padişah çocuk yaşta tahta geçmiş yahut zayıf iradeli biriyse meydan tamamen onlara kalıyordu.
O güne kadar devletin düzenindeki bozulmalara karşı olduğu iddiasıyla sık sık ayaklanan yeniçeriler kendi ocaklarında meydana gelen bu bozulmaya karşı ayaklanmayı nedense hiç akıllarına getirmemişlerdi.
Halil kısa bir dönem leventlik yaptığı için ‘’Patrona’’ ( Koramiral ) olarak anılmaktaydı. Serseri güruhu olan arkadaşları ona Patrona Halil derlerdi.
Halil, önündeki şaraptan bir yudum daha çektikten sonra konuşmaya başladı.
-Yarenler. Devlet-i Âl-i Osman’ın durumu çok kötü. Padişahımız efendimiz Ahmet Han, bu Nevşehirli deyyusunun elinde oyuncak oldu. Herif memleketin her tarafını kerhane, meyhane doldurdu. Ahlaksızlık, rezillik diz boyu.
Muslu Beşe dudaklarından damlayan şarabı elinin tersiyle sildikten sonra söze karıştı.
-Memleketin her tarafına köşkler, kasırlar yaptırdılar. Parklara salıncaklar kurdurup kadınlı erkekli bindiriyorlar. Hatta kadınları salıncaklara bindirip-indirmek için ‘’hubbaz’’ denilen delikanlılar tayin edip kendisi de bu manzarayı seyrediyormuş namussuz gavat.
Emir Ali.
-Padişahımızı da kendine benzetmiş. İran’a sefere çıkacaklarına ormanlara gidip bülbül sesi dinlerlermiş.
Erzurumlu Mehmet
-Karılara cilveli şarkılar söyletip dinlermiş kellesine sı.tığım.
Oduncu Ahmet.
-O Nedim denen şair bozuntusunun da anasını …. mek lazım.
Kutucu Halil:
-Yahu herifler her Allah’ın günü helva meclisleri düzenliyorlar. Geceleri etrafı aydınlatmak için kaplumbağa sırtında mum yaktırıyorlar. Sefahat diz boyu.
Karayılan:
-Felemenk ( Hollanda ) Diyarından elli bin altın vererek lale soğanı bile getirmişler
Derviş Mehmet:
-Ya matbaa denilen o gavur icadı alete ne demeli?
İçtikçe konuştular, konuştukça içtiler ve sonunda Patrona Halil kararını verdi.
-Yarenler: Din-i İslam için(!), şeriat için(!) bu İbrahim Paşa ve yardakçılarını ortadan kaldırmaktan başka çare yoktur. Bir Vak’a-i Vakvakiye daha yaşatmadan ne padişahımız efendimizin ne de İbrahim Paşa denilen bu deyyusun aklının başına geleceği yok. Madem ki onlar sahip çıkmazlar Memalik-i Âl-i Osman’a o halde biz sahip çıkacağız. Bu memleket sahipsiz değil. Var mısınız kıyama ( Ayaklanmaya )
Mehmed-i Râbi ( IV.Hehmet- Avcı Mehmet ) 1642 yılında daha yedi yaşındayken tahta geçmişti . Henüz on sekiz yaşınayken yeniçerilerin maaşlarının ayarı düşük akçe olarak verilmesi üzerine 29 Şubat 1656 günü çıkan ayaklanma sonucunda yeniçerilerin kellesini istediği başta defterdar ve kızlarağası olmak üzere otuz kadar devlet görevlisi Sultan Ahmet Meydanında ( O zamanki adıyla At Meydanı ) bir çınar ağacına asılarak idam edilmişti. Bu ağaç bir inanca göre cehennemde bulunan ve kafası insan kafasına benzeyen bir ağaç olan Vakvak ağacına benzetildiği için Vakvak ağacı olarak anılmaktaydı. İşte bu sebepten de bu olaya Vak’a-i Vakvakiye denilmekteydi. ( Vakvak olayı- Çınar Olayı ) Patrona Halil ikinci Bir Vak’a-i Vakvakiye yaşatacaktı bu ‘’şehr-i İstanbul’da’’
Din-i İslam için, onun şeriatı için kıyam kararı(!) Galata’da bir Rum meyhanesinde kafalar iyice çekildikten sonra alındı.
Patrona Halil ve arkadaşları haklı olmaları gereken bir davaya tamamen yanlış yoldan girmişlerdi. Osmanlı Devleti gerçekten de çok kötü yönetiliyor ve bu ulu çınarın çatırdama sesleri sadece ülkede değil , doğuda İran’dan , Batıda Viyana’ya kadar hatta daha öteler de duyuluyordu. Bu gidişe bir son verilmeliydi ama böyle değil.
Patrona Halil ve avanesi Galata’da isyan kararı aldıkları sırada Nevşehirli İbrahim Paşa da rüyasını tabir ettirmek üzere Kanuni’nin kızı Mihrimah Sultan adına yaptırılmış olan cami yakınlarındaki Aziz Mahmut Hüdai Dergahında Molla Ali Osman Efendi ile buluştu.
-Paşam dergahımıza hoş geldiniz. Yıllar sonra sizi buralarda görmek ne saadet.
-Hoş bulduk Molla…Bir maruzatımız hakkında senden bilgi almaya geldik. Daha doğrusu geleceğimiz hakkında ne görürsün onu sormaya geldik.
-Ey Paşa…Bilmez misin gelecek hakkındaki bilgiler yalnız ve ancak Yüce Rabbimizin katındadır ve o hazinenin anahtarı Hazreti Peygambere bile verilmemiştir. Yani ne ben ne de bir başka Allah’ın kulu sana gelecekten haber veremez.
-İyi de Molla o zaman bizim saraydaki müneccimler ne halt yer? Nedir işleri güçleri?
-Ah Paşa ah…İlm-i nücum gaipten haber verme ilmi haline geldiği içindir ki bu devlet böyle çökmektedir. Oysa ilm-i nücum yıldız ilmidir ki diyar-ı küffarda buna astronomi demektedirler. Onlar yıldızları inceleyerek alem-i adem ( insanlık alemi ) için faydalı bir şeyler yapmaya çalışırken biz bu ilmi fal, büyü, sihir, gelecekten haber verme ilmi yaptık. Buna bir de dini kılıf geçirdik ki akıllara zarar. Oysa Kur’an açık açık belirtmekte, hadisler bar bar bağırmaktadır ‘’ Hiç kimse gelecekten haber veremez’’ diye.
-Peki rüya tabiri de mi yoktur?
-Ah be Paşam. Nasıl bir rüya gördün ki korkusu seni buralara kadar attı?
Nevşehirli Damat İbrahim Paşa gördüğü rüyayı anlattı Molla Ali Osman’a …
-Paşam…Senin rüyanı tabir etmek için rüya tabircisi olmaya gerek yok. Müneccim olmak da gerekmiyor. Çamurlu yolda yürüsen ayağına mutlaka çamur bulaşır. Sen çamurlu bir yolda yürümektesin. Etrafındaki bir sürü dalkavuğa bakarak memleket güllük gülistanlık sanırsın. Nemçe Gavuru bir yandan, Rus gavuru öte yandan, İran ise doğudan ağzını açmış kurt gibi saldırmayı bekler ve bunun hazırlıklarını yaparken sen ‘’Nedim’in şiirlerine kese kese altın saçarsın. ‘’ Gülelim, eğlenelim kâm alalım dünyadan’’mış. Gülmek, eğlenmek zamanı mıdır Paşa? Cennetmekan Sultan Süleyman Han onca kudrete sahipken bile hiç sizin kadar kâm aldı mı dünyadan? Velhasılı senin de Padişahımız Efendimizin de sonunu hayırlı görmem
Sen Paşa…Korkarım ki sonun Hezarpare Ahmet Paşa gibi olur. Din-i İslam üzere yaşamaz, Din-i İslam üzere devlet yönetmez isen birileri çıkar kendi ikbali için ama ‘’din-i İslam adına diyerekten’’ kelleni alıverir.
İbrahim Paşa aldığı cevaptan hiç de memnun olmadı. Özellikle de Hezarpare Ahmet Paşa örneği onu tir tir titretmişti.
Hezarpare Ahmet Paşa sağlığında Tezkereci Ahmet Paşa olarak bilinirdi. Sultan İbrahim ( Ki ona haksız yere deli deniliyordu. Aslında sara hastasıydı o kadar ) Zamanında bir yıl kadar sadrazamlık yapmış, 7 Ağustos 1648 de bir yeniçeri ayaklanması sonrasında öldürülmüştü. Zavallı oldukça şişman bir adam olduğundan vücudu bir hayli yağlıydı. Öldürüldükten sonra halk arasında yayılan ‘’ Sehm-i ademi vecai mefasika deva’’ ( Yani insan yağı eklem ağrılarına devadır ) reklamı yüzünden cesedi parça parça edilmiş, her bir parça et, kapanın elinde kalmıştı. İşte bu yüzden de Tezkereci Ahmet Paşa öldürüldükten sonra Hezarpare ( Bin parça ) olarak anılmaya başlanmıştı.
Ülkede cehalet had safhadaydı ve İbrahim Paşanın kurdurduğu matbaa güzel bir adım olmakla beraber onun sayesinde bu cehaletin önüne geçilmesi de mümkün değildi. İnsanlar Vankulu Lügati, Sahih-i Cevheri okuyarak mı ilim sahibi olacaklardı? Zaten okuma yazma bilenler de parmakla gösterilecek kadar azdı.
İbrahim Paşa Molla Ali Osman’ı dinledikçe renkten renge girdi. Ama Molla Ali Osman’a bir şey diyemezdi. O da öyle yaptı. Hiç bir şey demeden kayığına bindi ve maiyetiyle birlikte Sarayburnu’na doğru denize açıldılar.
NOT: Yukarıdaki Resim Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın temsili resmidir
Değerli Dostlar
Osmanlı Tarihinin belirli bölümün hikayesini yazmak için kolları sıvadım. Amacım geçmişten günümüze bir ayna tutmak. Gereken dersler alınmadığı için tarihin tekerrür ettiğini gözler önüne sermek. Çok yakın geçmişte yaşanan pek çok şeyin adeta bir kopyasının, uzak geçmişte nasıl yaşanmış olduğuna dikkatlerinizi çekmek… Mümkün olduğu kadar tamamen gerçek şahsiyetler ve olaylar üzerinde durmaya çalışacağım. Bu ilk bölümde sadece Molla Ali Osman karakteri kurgu bir karakterdir.( O hikayemizde hep var olacaktır ) Diğer isimler ve olaylar aynen var olan isim ve olaylardır.
Böyle bir hikayeyi her gün ard arda yayınlamam oldukça zor olacağı için zaman zaman yine komedi türü yazılarım bu sayfada beğenilerinize sunulacaktır.
Bu günkü yazımın devamı ise ancak sizlerin ‘’ Yaz ‘’ demenizle mümkündür. Her türlü yardım ve eleştirilerinizi esirgemeyeceğiniz inancındayım. Yanlış bilgi ve hatalı yorumlarım olursa lütfen hiç çekinmeden yazın. Hatta ‘’ Maalesef olmamış’’ da yazabilirsiniz eğer olmamışsa.
Tüm dostlara selam ve saygılarımı sunuyorum.