32
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2754
Okunma


Lütfiye SEVİNÇ’ e
Bir rüzgar esti uzak dağda. Köyün birinde bir yaprak düştü ağaçtan. Sabah sıyırıp geçti tozlu tepeleri. Gün ışığı bütün çatıları öptü de geçti teker teker. Gök mavi oldu.
Bir kadın geri sıyırdı yüzüne dökülen Hacı Şakir kokulu saçları. Pazen geceliğini çıkarttı. Kırmızı entarisini giydi, mavi yazmasını bağladı. Kalkıp pencereden baktı sonra.
Çocuğun biri kaldırdı yorganı üzerinden. Belden aşağısındaki ıslaklığa baktı. Utandı. Ayak başparmaklarını sürttü birbirine. Sessizce yataktan sıyrılıp, üzerindekileri çıkarttı. Bir süre öyle çırılçıplak baktı yerdeki ıslak çamaşırlara.
Bir adamın bıyığına sinek kondu. Gıdıklandı adam, bıyıklarını oynattı. Sonra yavaşça açıldı gözleri. Tam ağzından tekerlemeli bir küfür çıkacakken pencereden bakan kadını gördü.
Serçe ürkek gözlerle baktı çatıda asılı mısırlara. İki kanat çırptı, bir çubuğun ucuna kondu. Korktu da başka şeyler düşünmeye çalıştı. Bir iki ağız öttü. Sonra sol kanadını kaldırıp altında bit aradı.
Kedi yorgundu. Bütün gece koşturdu durdu. Patisindeki boz tüylere baktı. Sonra pembe diliyle yaladı ayaklarını. Kalktı. Ön ayaklarının üzerinde esnedi, sonra yay gibi gerindi. Kıvrılıp yattı kurumuş ot yığınının üzerine.
Sinek bir kediye bir de yerde boylu boyunca uzanmış fareye baktı. İki tur attı farenin üzerinde, kedinin göremeyeceği bir tarafına kondu.
Fare ağzından sarkan dilini kıpırdattı son kez. Ardından sol arka bacağını. Var gücüyle gerildi ve öylece dondu. Gözlerinden bir bulut geçti. Birkaç da telaşlı kuş…
Yaşlı kadın yattığı yerden başucundaki sürahiye uzandı. Su bitmiş. Ağzını büzdü. Öksürdü. Dişleri oynadı yerinden. Dudaklarını eşarbının ucuyla sildi. Seri bir şekilde kırptı gözlerini. Gördüğü rüyayı düşündü.
Kiremitler ısındı.
Kadın dirseklerini çekti pencereden. Derin bir iç çekti. Daha önce yaşamadığı bir şey aradı baktığı her şeyde. Kapıdaki çiçek tarhlarında. Akşam oturacağın üzerinde unuttuğu bakır ibriğin desenlerinde. İpte asılı çamaşırlarda. Bulamadı. Sevmedi sabahını. Ağlayası geldi. Göğsü titredi. Bir sürü sitem geçti dilinden sessizce. Isırdı hepsini. Sustu.
Adam pencerenin önündeki karısına bakarken, bu akşamki nöbet listesini düşündü. Sevmiyordu gece mesailerini. Uykunun en güzel çağında yağlı ve pis kokulu makinelere bakmak, ona yeryüzündeki en ilginç işkenceymiş gibi geliyordu. Elini atletinin içine soktu. Göğsünü kaşıdı. Ayağını yorgandan çıkarttı. Üşendi sonra; tekrar çekti ayığını içeri.
Çocuk ıslak giysileri yatağının altına sakladı. Sonra itinayla örttü karyolanın eteğini. Geri çekilip yatağına baktı. Kabahatini iyice gizlediğinden emin olmak istedi. Sonra yatağın kenarındaki çamaşır sepetinden temiz giysiler aldı. Giyindi. Üzerinde bütün çocukluğunun yükü vardı. Bütün ıslak sabahların nemi doldu kirpiklerine. Hiç sevmiyordu uyanmayı. Hayat sonsuz bir gece olsa diye düşündü. Toptan, ipten geçerdi. Tek ıslak kalkma işi olmasaydı.
Serçe bir kez daha etrafı kolaçan ettikten sonra, mısırların üzerine kondu. Ah ne zordu mısırlara tutunmak ve koçandan bir tane koparmak. İncecik ayaklarını irice bir mısırın üzerinde sabitledikten sonra, eğri gagasıyla taneleri yokladı. İşi zordu. Mısırlar iyice kurumuş, taneler sıkışmıştı. Korkuyordu da. Evin afacanı birazdan uyanıp, elinden düşürmediği sapanıyla ona nişan alabilirdi. Kaç kere son anda yırtmıştı ölmekten, yahut sakat kalmaktan.
Kedi bir gözünü açıp, önündeki farenin üzerinde uçuşan sineklere baktı. Sevmiyordu sinekleri. Onca saat peşinde koşturduğu avının başkaları tarafından talan edilmesini hazmedemiyordu. Yattığı yerden bir iki pençe salladı sineklere. Öfkeli mırıltılar çıkarttı. Bir kalkabilseydi yerinden…Ama uykusu vardı. Açık olan tek gözünü yavaşça kapatıp, ön ayaklarını karnının altına çekti.
Sinek aldırmadı kediye. Korkusu geçmişti. Havadakiler yerdekilerden daima üstündü ne de olsa. Böbürlenerek açtı kanatlarını, inadına kedinin tepesinde uçtu.
Fare kokmaya başladı. Samanlıktaki el arabasının arkasından baktı ona iki dostu. Kokusundan tanıdılar onu. Daha dün birlikte fındık kemirdiler ahırın akarında. Ağladılar kendi dillerince. Ama kıpırdamadılar yerlerinden. Kediye nefretle baktılar. Onu lanetlediler her sabah olduğu gibi.
Yaşlı kadın elini uzattı pencereye doğru. Gün ışığı kınalı parmaklarından sızdı. Kaç kere yatağımın yönünü değiştirin demişti. Güneş öğlene kadar gözüne giriyor. Ah ne zor yattığın yerden güneşe bakmak. Pencereden taşan ağaç gölgeleri arasından, önce doğuşunu sonra yükselişini nihayetinde batışını seyretmek mübareğin. Hayat yıldırım gibi düşerken bu evin orta yerine, bir yatak dahilinde nefes almak ne zor. Bir kez daha baktı sürahiye. Daha çok susadı. Düşünceden düşünceye zıpladı zihni. Yeniden rüyasını düşündü. Hatırladı. Selim Bey’i görmüştü düşünde. Gülümsedi çapkın bir dudak büküşle.
Kadın adama bakarken alnını kırıştırdı. Bir şey düşünmedi, manalı bakmadı. Rüzgarla uçuşan karahindibalar gibi süzüldü pencere önünden kapıya doğru. Her şey planlandığı gibi…Sekiz adımda kapı önü. Eşikte değişecek terlikler. Mor tüylüler odada kalacak, naylon olanlar sürütecek ayaklarını. Oda mahrem. Hiçbir şey çıkmamalı dışarıya içeriden. Acılar, kahkahalar iniltiler, öfkeler…Her birinin taştan oyma dolapları var. Gizlidirler ama. Bir tek malikleri bilir yerlerini. İcap edince çıkartır takarlar yüzlerine gözlerine dillerine, sonra yine itina ile yerlerine koyarlar. Kimseye miras kalmaz, kimseden de devralınmaz onlar. Sahipleri kadar yaşar, onlarla gömülürler…
Adam doğrulup yaslandı karyolanın çıngıraklı başlığına. Ters ters baktı peşinden gölgesini sürüten kadına. Çekilir dert mi her sabah her sabah? Gecenin bile nihayeti var, bu kadının sabahı yok. Gecesi ayrı kilit, gündüzü ayrı. Açtıkça mühürlenen bir sandıkla yaşamak, on altı saat demir tozu yutan bir adam için ne büyük zulüm…Uzanıp başucundaki küçük masanın çekmecesinden bir sigara ve çakmak aldı. Yakacaktı, odanın kapısı sertçe kapandı. Hep aynı şey. Sahanda üç yumurta pişecek az sonra. Bir de ballı süt. Tekrar yerine koydu sigarayı ve çakmağı. Kalktı değiştirdi üzerini. Pencereden bir kez de o baktı. Yerde yatan fare ölüsünü görünce kediyi muhabbetle süzdü. Sonra perdeyi kapattı. Sekiz adım attı. Bir sonraki karanlığa kadar sustu oda.
Yaşlı kadın Selim Bey’in yüzünü bir türlü hatırlayamadı. Bıyığı var mıydı? Burnu nasıldı? Konuşurken kırışıyor muydu ağzının kenarları? Ya saçları? Of ihtiyarlık! Enine kesilen dev bir ağacın, dengesiz ama mutlaka bir daire oluşturan çizgileri gibi…Dönüp dolaşıp aynı yere gelen adımlar gibi…İnsanı yaşayıp yaşamadığı konusunda tereddüde düşüren telaşlı zaman, geride kalanlara acımıyor. Tökezleyip düşenler anı oluyor, anılar sanıya dönüşüyor bir müddet sonra. Selim Bey gücenirdi bilseydi yüzünün unutulduğunu. Zaman anıları parça parça yutan mahlukat. Selim Bey’in yüzünü hatırlamıyordu belki ama, bu eve ilk gelişini hatırlıyordu. Cıngıllı çakmak verecekler, dedi anası. Bir de susamlı pide. Alacağım, döneceğim sandı. Bir tabur kadınla geldi bu eve. Sonra kaçarcasına ağlaşarak gitti kadınlar. Ellerinde birer top Bursa basması. O geride kaldı. Bekledi…Beklediler…Gece oldu. Korktu. Hiç başkasının evinde kalır mıydı on iki yaşında bir kız çocuğu? Araya kan girdi. Gece bitti. Sabah bir türkü söyledi Selim Bey. “Cumbullu cumbullu aslanım aslan/ Sol yanım çürüdü sağ yana yaslan.” Bıyıklarını taradı aynada. Cıngıllı çakmak vermediler, pide de. Bir daha da dönemedi evine.
Çocuk annesini gördü sofada. Gözlerini kaçırdı boşluklara. Aslında biliyordu, annesinin gizlemeye çalıştığı şeyi bildiğini. Mübarek kadın, bir kere de sinirlenmez mi? Her sabah her sabah demez mi? Demiyordu işte. Önceleri divanın altından kaybolan çamaşırlarını, bir melaikenin topladığına inanırdı. O öyle bir melaikeydi ki; kimselere görünmeden odasına giriyor, ıslak çamaşırları alıyor, yıkayıp paklayıp tele asıyor, akşam olunca onları toplayıp çamaşır sepetine koyuyordu. Üstelik melaike, artan zamanında ıslak yatağını bile kurutuyordu. Sonra gözündeki perde kalktı. Bir sabah annesini, elinde pijamaları ve çarşafı olduğu halde odasından çıkarken gördü.
Kadının yüzündeki mumdan ifade, çocuğu görünce eridi. Gülen bir çift göz çıktı meydana. Ah ne çok çekmişti onu doğuruncaya kadar. Evlenip altı ay geçince çocuğu olmadığı için doktora götürmüştü onu Selim Bey ve Sırma Hanım. Bir de kocası olacak…Doktor soyun deyince utandı. Küçüktü de zaten, un ufak oldu. Ağladı, dişlerini sıktı. Binlerce ah ve sitem geçti dilinden. Eve dönünce haykırdı kocası: Nerelerini gösterdin doktora! Bir de vurdu iki tokat. Yine ağladı. Gebe kaldı ağladı, oğlu oldu ağladı…Ağladı hep.
Konuşmadılar. Çocuk mutfağa gitti. Kadın kaynanasının odasına. Adam lavaboya. Yaşlı kadın gelinini karşısında görünce yüzünü duvara döndü. İşte yine…Ah aklı olmayaydı hiç değilse. Bu utancı yaşamayaydı. Tarla dönüşü kapı eşiğinde duraydı kalbi. Ya da Selim Bey gibi araba altında kalaydı. Şanslı adam dedi içinden. Bey gibi yaşadı, paşa gibi öldü. O öyle miydi? Çiçekli pijaması sıyrılacak, iki bacak yana açılacak. Dişler sıkılacak. Kaşlar çatılacak. Gözler yumulacak…
Kadın sıyırdı kollarını, yazmasının uçlarını burnuna doladı. Gel de ölme dedi içinden yaşlı kadın. Gel de katlan dedi içinden gelin. Adam tıraş sabununu yerinde bulamayınca kükredi: Gel de sövme…Gel de büyü, diye düşündü çocuk. Güneş mısırları iyice sarartınca gel de yeme, dedi kuş. Sinekler kedinin kulaklarını ısırdı, gel de uyu dedi kedi.
*
Üç yumurta kırıldı sahana. Ballı süt içildi. Sürahisi dolduruldu yaşlı kadının. Sonra herkes her zaman ki uğraşına dağıldı. Çocuk sapanı kaptığı gibi kuş peşine düştü. Adam yağlı tulumunu giyip işine gitti. Kadın divanın altındaki çamaşırları toplayıp yıkadı. Yaşlı kadın Selim Bey’in yüzünün yapbozunu tamamlamaya çalıştı. Kuş uçtu gitti dağa doğru. Kedi gitti samanlıkta uyudu. Sinekler yeni leşler aradı.
Güneş kendisini beş gözle bekleyen karanlık topraklara doğru uçtu. Daldan düşen yaprak, sararıp buruştu. Başka rüzgarlar esti dağda.
Yarın yine böyle olacak her şey…
...E N G İ N D E N İ Z...