9
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
750
Okunma
Kocasının ölümünden sonra Prenses Anna manastıra kapanıyor. Bir rahibe gibi yaşıyor ama rahibe olmuyor. Sonbaharın kışa dönüştüğü bir akşam eline tüy kalemini alıyor ve başlıyor babası imparator Alexios Komnenos’un öyküsünü yazmaya.
“Konuşmamız lazım.”
Başımı Anna Komnene’nin kitabından kaldırdım ve kapıyı çalmadan odaya giren Marc’a baktım. Meşgul olduğuma aldırmadan lafa girmişti. Heyecanlandığı belliydi. O gün, her zaman yaptığı gibi masamın önündeki koltuklardan birine yayılmamış, odanın içinde ileri geri yürümeye başlamıştı. Kitabı kapattım ve Marc’ın beklediğini soruyu sordum:
“Ne kadar ciddi?”
“Çok... Bu sefer elimden bir şey gelmiyor, çaresizim.”
Marc’ın kadınlarla ilgili bir durum karşısında umutsuzluğa kapıldığına ilk defa tanık oluyordum. Genelde kendine olan güvenini kaybetmez, mutlaka sonuca ulaşacağını iddia ederdi. O gün ise yelkenleri suya indirmek üzereydi.
“Ben tanıyor muyum?”
Durdu. Odaya girdiğinden beri ilk defa yüzüme baktı.
“Irene.”
“Irene Bissett mi?”
Başını olumlu anlamında salladı ve odanın içinde dönmeye kaldığı yerden devam etti.
“Irene! Fucking Irene!”
Ağzıma ilk gelen ikimizin de favorisi olan bir savaş filminin repliği idi. Son aylarda, hayatımıza Irene Bissett girince onu ima etmek için kullanır olmuştuk.
“Bir dakika. Irene ile kavga etmeyi ne zaman bıraktın da, ona asılmaya başladın?”
“Ne önemi var? Başladım bir kere. Ama ondan tepki alamıyorum.”
Bu da son derece doğaldı. Irene, doğu sahillerinde pek rastlanmayan Mormonlardandı. Hayata bakış açıları kesinlikle Marc’inkilerle uyuşmuyordu. Irene olmayacak duaydı. Belli ki bu yüzden Marc onu çekici buluyordu.
“Şansın yok.” diye kestirip attım ve kitabıma uzandım.
Bir anda üzerime atıldı ve Anna’yı parmaklarımın arasından çekip aldı.
“Beni başından atmak o kadar kolay değil. Bu iş olacak ve sen yardım edeceksin.”
Bir çocuk gibi kitabımın elimden alınması canımı sıktı. Öte yandan kitabı geri almaya çalışırsam sayfaların hasar göreceğini de biliyordum.
“Ne yapmamı istiyorsun? Hayatıma sokabildiğim tek kadın Anna; o da dokuz yüzyıl ötede. Sana ne önerebilirim ki?”
“İşte bu yüzden sana geldim ya. Beceriksiz bir romantiğin tekisin. Ne kadar naftalin kokan numara varsa bilirsin ve hiçbiri de işe yaramaz. Ama sendeki hazinenin bir yerinde Irene’nin kilidini açacak anahtar var. Bundan eminim.”
Söylediğine inanıyordu. Belki ben de inanmalıydım. Bugüne kadarki tüm başarısızlıklarımı bir kenara atıp, Marc’a Irene konusunda yardım edebileceğime kendimi ikna etmeliydim.
“Öncelikle otur.”
“Burada konuşmayalım. Bir kafeye ya da bara gidelim.”
“Madem benim yardımımı istiyorsun, o zaman yeri ben seçerim. Otur!”
Teslim oldu, bir şey söylemeden koltuğa yerleşti. Yüzümde bir öğretmen edası olduğunu hissediyordum.
“Öncelikle kabul etmen gereken bir şey var: Irene’i istiyorsan evlenmek zorundasın.”
“Dalga mı geçiyorsun? Kim beraberlik için evleniyor ki?”
“Sana niye bana geldiğini, neden benim yardımımı istediğini hatırlatırım. Irene’nin eli için evlilik şart.”
Marc bir şey söylemiyor, bana şüpheyle bakıyordu. Onu ikna etmeye çalışmadan devam ettim.
“Bu ilki idi. İkincisi de var. Sadece evlilik yetmez. İnancını da değiştireceksin.”
“Ne yani, Mormonluğu mu kabul edeceğim?”
“Irene’le evlenmek için yapmak zorundasın. Sakın bir şey söyleme. Şimdi sessizce odamdan çık, evine git, alkol almadan bunları düşün. Sabaha kararını verince Irene’e yaklaşma yolları üzerine konuşmaya devam ederiz.”
Çıkarken elimi uzattım, o da kitabımı geri verdi. Anna’ya kavuşmuştum. Marc’ı ise bir süre göreceğimi hiç sanmıyordum.
Ama gördüm. Hatta normalden daha sık gördüm. Bir yıl kadar sonra, düğünde sağdıcı olmamı istediğinde yine odamdaydı.