4
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
747
Okunma
Yalnızlığımın Arkadaşları
Odamda mor renkli bir koltuk, siyah beyaz çocukluk resmim, bana ait ve armağan kitaplar, palyaço biblosu, ağaç kabuğu üzerine yakılarak ’inkaya’ yazılmış bir anahtarlık, bir de ben... Mekanın, nesnelerin, cümlelerle dolu sayfaların nasıl yalnızlık arkadaşı olabildiğini düşünüyorum. Bunu nasıl başarabildiklerini, sihir güçlerinin ardındaki sırları çözümlemeye uğraşıyorum. Yalnız bir ayrıntıya, ’yalnızlık arkadaşı’ cümlesine vurgunuzu yöneltmenizi istiyorum. Saydığım etmenlerin yalnızlığımı yok etmeye gücü olmadıklarını, yalnızca yalnızlığımın içine karışıp, yalnızlığıma arkadaş olduklarını söylüyorum...
"Nesne: Belli bir ağırlığı ve hacmi, rengi, maddesi olan her tür cansız varlık, şey, obje."
Nesnenin sözlük anlamına eklemek istediğim bir unsur daha var: Duygu. Verdikleri, yaydıkları, hissettirdikleri, çağrıştırdıkları duygu. Eğer bir nesne ya da bir mekanla yakın bir bağ kurabilmişsek, kanımız ısınmışsa, geçmişimizdeki unutulmasını istemediğimiz anlarla benzerlikler taşıdığını hissedebilmişsek, nesne veya mekan cansız olmaktan çıkıyor, diriliyor, duygusu ve duygumuz ortak bir amaç taşıyor:
Yalnızlık arkadaşlığı...
Neler yok ki yalnızlık arkadaşlığının içinde: Mutluluk, coşku, hüzün, tekrar dirilen hatıralar; kısaca yolculuk, kendi içimizde gerçekleştirdiğimiz, yan koltuğumuzda yalnızlık arkadaşımızın oturduğu, mutlu mu mutsuz mu olduğu belli olmayan bir düşünce yolculuğu. Anlık yahut sonsuz bir serüven...
İşte yalnızlığımla daha fazla kucaklaştığım anlarda böyle mekanlarla, böyle nesnelerle göz göze geldiğimde hem içimde hem etrafımda tuhaf, tarifsiz bir kasırga esiyor. Yalnızlığıma arkadaş olan bu nesneler, mekanlar bir ucumu geçmişe bir ucumu geleceğime götürmeye çalışıyorlar. Bense sadece zamanın en yumuşak tarafında oturup düşlerimle oynuyorum...
Geçmişe ait benden resimler bir bir canlanıp, hareketleniyorlar önümde. Ağaç kabuğundan yapılma anahtarlığın bana verildiği anı düşünüyorum... Tam o anda armağanı verenin ellerini görüyorum bu düş sahnesinde.. Eski, ahşap bir masanın üstündeki elleri. Sonra gözleri... Yıllar sonra bana yalnızlık arkadaşı olacak bu nesneyi verirken ki ifadesini, bakışlarını görüyorum. Ve o ana ait mekanı. Yanı başımızdaki Altı yüz yıllık yaşlı çınar ağacını... Sonra mor renkli koltuğumu... Bu koltukta otururken kim bilir kaç ayrılığın sancısını çektiğimi ya da kaç yeni başlayan aşk heyecanını nasıl da kocaman bir coşkuyla ruhumda duyumsadığımı... Ve kim bilir kaç gece armağan kitaplarımın içinde, geçmişimin derinliklerinde kaybolduğumu anımsıyorum. Armağan kitapların öyküleri bir anda kendi öykülerime , bana armağan yüreklerle yaşadıklarıma dönüşüyor...
Tüm bu; aslında canlı, duyguları olan nesneler, zamanımın yüreğimle kesiştiği anlarda ilmik ilmik, itinayla, birikerek ve biriktirerek örüyorlar arkadaşlarımı, yalnızlığıma ait arkadaşlarımı, yalnızlığımın arkadaşlarını...
O yüzden değil midir ayrılık anlarında güvenerek verilmiş bu armağanların geri istenme, verilme, yok edilme, yakılma dürtüsü... Asıl sebep, bu armağanların bir gün yalnızlık arkadaşı olabileceği gerçeği ve hissettireceği sancılardan kaçış değil midir? Ama ancak bu kaçışın, bir armağanın yaşamına son vermenin asla çözüm olamayacağını;yalnızlık arkadaşlarının geçmişlegelecek arasındaki en kuvvetli bağ olduğunu bilenler sonsuz bir özlemle saklarlar kendilerinde bu armağanları.
Özetle ben, sayfa aralarında kurutulan çiçeklerin aslında kurumadığına, hala yapraklarından, gövdesinden sevgi ve hatıra sızdığına inananlardanım. Ve yalnızlık arkadaşlarımın yaşamımı hüzünle veya coşkuyla süsledikleri, geçmişimle geleceğimle yoldaş oldukları gerçeğine asla ihanet edemem . İşte o yüzden ben de yalnızlık arkadaşlarımı, gecelerimin, gündüzlerimin, akan mevsimlerimin, yiten senelerimin sayfalarında sadakatle, inanarak kurutuyorum, hiçbir zaman solmayacaklarına inanarak...
Oktay Coşar