28
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
5461
Okunma


Benim çocukluğumda, televizyonda Vadideki Hayat, diye bir dizi vardı. Bu dizide bir Kızıl Derili ailesi ve bir de Kovboy ailesinin vadideki yaşamları anlatılırdı. Tam hatırlamasam da herhalde öyleydi… Ben bu diziyi çok severek izlerdim. Beni alıp, üç beş yaşlarıma götürürdü bu dizi. Dizideki insanlar, yerleşik yaşamdan uzak, bir vadide yaşamın tüm zorluklarıyla savaşıyorlardı.
Benim bu diziden anladığım; ana-babalar dünyanın neresinde ve hangi şartlar da olurlarsa olsunlar, evlatları için çırpındıklarıydı. Irkları ve dinleri hiç fark etmiyordu. Her yürek aynı sevgiyle çarpıyordu. İster Kızıl Derili, ister Amerikalı Kovboy, ya da, Anadolu muzun bağrında, yaylalardaki göçerler, göçebeler diyelim... Hepsinin sevgisi aynıydı.
Her ırk evlatları için her şeyi yapmaya hazırdı. Aralarındaki tek fark; kültür farkıydı.
Yüreklerindeki sevgileri aynıydı. Ben de çocukluğumda Vadideki Hayat gibi bir hayat yaşamıştım. Çocukluğum, Ege Bölgesi’nde bir çiftlikte geçmişti. Çiftliğimizde; genellikle pamuk ekilir, ihtiyacımız kadar da sebze dikilirdi.
Çiftliğe, iki tarafı kavak ağaçlarıyla çit gibi çevrili bir yoldan gidilirdi. Orada burada gölgelik gibi duran karaağaçlar, ayrı bir güzellik katardı çiftliğe. Kuşların beslendiği aklı karalı dut ağaçlarını da unutmamak gerekir. Uzun lafın kısası, cennetten bir köşe deyimi, bizim çiftlik için kullanılmıştı sanki. Babam çiftliğin kâhyasıydı. (Kâhya patrondan sonraki yetkili) Çok mutlu bir aileydik biz.
Yazın çiftliğe yatılı işçiler gelince, onlarla vakidin nasıl geçtiğini anlamaz, hoş vakit geçirirdik. Kışın hayat daha zordu çiftlikte. Çiftliğin yakınında bulunan nehir, şiddetli yağmurlarda taşar, güzel çiftliğimizi sular altında bırakırdı. Böyle zamanlarda babam, çiftlikte beslediğimiz ata atladığı gibi köye gider, acil ihtiyaçlarımızı alırdı. Diz boyunu aşan sularda yaya yürümek mümkün olmazdı. Su seviyesi bazı yerlerde bel boyuna dek ulaşırdı.
Annem, her zaman babamın destekçisi ve yardımcısıydı… Çiftlikteki birçok işi birlikte yaparlardı. Annemin, domates topladığı bir gün yanına gedip karaağacın gölgesinde kasaya dizdiği domatesleri gözden geçiriyordum. Kasanın köşesine koyduğu bir domates öyle hoşuma gitmişti ki, anlatamam… Dakikalarca domatese bakmıştım. Pembe, uzun oyuncak bebek gibi, kasanın kenarına yatırmıştı annem onu. Bu dikkatim annemin gözünden kaçmamış olacak ki;
“Bir şey mi var kızım?” Demişti bana tatlı sesiyle. Ben kasadaki domatesi gösterip, “Onu istiyorum anne!” Demiştim. Annem, kasaya koyduğu domatesi alıp bana vermişti.
“İnsanın canın istediği, derdine dermandır kızım.” Demişti. Bu söz yıllar sonra da hafızamda çakılı bir çivi gibi kalmıştı. Demek ki, insanın canının istediği derdine derman oluyordu.
Domatesimi, tarlaların sulanması için çalışan su motorunun yanana gidip özenle yıkarken, yetişkin bir insanın beli kalınlığında fışkırarak akan suya dalgın dalgın bir süre öylece bakmıştım. Su ne kadar güzel akıyordu ama insanlar neden içmezler diye düşünmüştüm. Kuyudan çıkan su, sanki tuzla acı biber karışımı gibi değişik bir tat bırakıyordu içenin ağzında. Biz bu suyu içmiyorduk. İçemiyorduk(!) Babam bazen traktörle, bazen de atına binerek en yakın köyden getirirdi içeceğimiz suyu. En yakın köy çiftliğimize sekiz ya da on kilometre kadardı.
Çiftlikteki günlerimiz acı tatlı devam ederken, karaağacın dibinde bağlı olan köpeğimiz, hırçın hırçın havlıyordu bir gün.
Annem:
“Baban geliyor herhalde.” Demişti bana, Karabaşı göstererek. “Bu yine kendini parçalıyor.” Karabaş, çiftliğe babam ya da patron gelirken çok uzaktan motor sesini tanıyıp havlardı her zaman.
Biz o kadar uzaktaki sesi değil tanımak, duyamazdık bile. Az sonra babam traktörle gelmişti ama ben tanıyamamıştım. Babam, bayramlık balon gibi şişmişti adeta. Dokunsam, güm diye patlayacak… Korkup kaçmıştım.
Annem telaşla, “Ne oldu Bey; nedir bu halin?” Deyip, babama traktörden inmesi için yardım etmiş, eve birlikte girmişlerdi.
Annem bana, “Korkma kızım, o senin baban, yabancı değil ki, niye kaçıyorsun? Hadi gel, baban zaten üzgün, temelli üzülmesin” Diye bağırmıştı arkamdan. Geriye dönüp, çekine çekine içeriye girmiştim ama babama yaklaşmadan kapının yanında dikiliyorum. Maazallah, babam patlarsa falan kapıya yakın olmalıydım, hemen kaçmak için.
Annem: “Hadi anlat; şimdi çatlayacağım, ne oldu sana böyle Bey? Demişti babama meraklı bir ses tonuyla.
“Ne olsun Hanım, aşağı tarlanın suyolu sazlarla dolmuş, su bir türlü yürümüyordu. Ben de aldım elime tırpanı, başladım biçmeye, az bir yer kalmıştı ki bitmesine, eşek arısının yuvasına tırpan salladığımın farkında bile değildim. Bir anda hepsi birden üzerime saldırınca, canımı kurtarmak için kendimi su arağına attım. Eğer orada su olmasaydı, arılar beni öldürebilirdi.”
Annem: “Aman Bey, verilmiş sadakamız varmış; sana bir şey olsaydı, üç çocukla ne yapardım bu yaban ellerde?”diye hayıflanmıştı.
Ben, ağır ağır alışıyordum babamın şiş haline. Babam şimdiye kadar patlamamıştı ya, artık patlamaz diye düşünerek ocağın yanındaki mindere oturmuştum yavaşça.
Babam: “Benim güzel kızım, babanı tanımadın mı sen? Gel biraz seveyim seni, çok özledim kızım.” Demişti bana mahzun mahzun bakarak.
Yok, o kadar da cesur değildim, cesaret edip eve girdiğim yeterdi. Yanına gidemezdim, ya patlarsa? Diye düşünmekten kendimi alamıyordum.
Yazın sonu, sonbaharın başıydı... Pamuk işçileri, pamuk toplamasını bitirmeden havanın soğumasını bahane edip birer ikişer gitmeye başlamışlardı. Kalan pamukları yakın köylerden alacağı işçilerle toplatacaktı babam. Çiftlikteki yalnız yaşantımız kaldığı yerden yine başlıyordu. Kışın, “Buralardan kuş uçmaz kervan geçmez” diye bir söz vardır ya, işte öyle bir şeydi burada yaşamak. Bulunduğumuz yerden sadece kervan geçmezdi ama kuşlar uçardı… Hem de hangi türden isterseniz…
Kışın genellikle ovayı su bastığı için, yem aramaya gelen yaban kazlarını mı, yabani yeşilbaşlı ördekleri mi, yoksa saçaklarda güneşlenen sığırcıkları mı anlatayım.
Babam, bir gün çiftliğin ve evin eksiklerini almak için şehre gitmişti. İşleri uzamış olacak ki, gideli iki gün olmasına rağmen hala gelememişti. O sabah kalktığımızda çiftliğimiz yine sular altında kalmıştı. Çiftlik evi su baskınları düşünülerek oldukça yüksek yapılmasına rağmen, sular son basamağa kadar yükselmişti. Ben, bu kadar çok suyu, o zamana kadar görmemiştim. Köyümüzdeki evimizin önünde bir göl vardı ama o göl, buradaki suya baktığımda devede kulak denecek kadar küçüktü. Oysa gözümde ne çok büyütürdüm o gölü…
Gözümün gördüğü her yer suydu… Pamuk tarlaları, yeni çıkmış bağlar tarlaları, ne varsa her şey suyun içinde kalmıştı. Hele toplaması bitmeyen pamuklar suyun üzerinde öyle güzel görünüyordu ki, kartpostal gibiydi. Evimizde yiyecek pek bir şey de kalmamıştı. Babam da gelmemişti. Annem çaresizdi; elini alnına siper edip sık sık uzaklara bakıyordu. Görünürlerde babam yoktu… O zamanlar telefonda yoktu. Biz sular altında kaldık, bizi kurtarın da diyemiyorduk. Çaresizce babamın gelmesini bekleyecektik.
O zaman altı aylık olan kız kardeşim durmadan ağlıyordu. Annem göğüslerinde süt olmamasına rağmen, şaşkınlıktan ve çaresizlikten on dakikada bir kardeşimi emziriyordu. Artık açlıktan biz de ağlamaya başlamıştık. Annem çok çaresizdi; kapının arkasında sürekli asılı duran av tüfeğini alıp dışarıya çıkmıştı. Ben ne yapacağını anlamıştım, eteklerine yapışıp;”Patlatma anne! Patlatma anne! Ben tüfekten korkarım!” diye bağırıp ağlamaya başlamıştım.
Annem, eline aldığı tüfeğe sıkıyı yerleştirirken:
“Bunu yapmak zorundayım kızım, sabahtan beri doğru dürüst bir şey yemediniz. Akşam olmak üzere, baban bu gece de gelmezse aç yatmanıza gönlüm razı olmayacak.” Demişti üzgün ama karalı bir sesle.
Beni kenara itip, çiftliğin göle dönmüş avlusunda yüzen yaban ördeği sürüsüne, nişan alıp ateş etmişti. Saçmaların dokunduğu birkaç ördek suların üzerinde devrilmişti. Annem beline kadar çıkan suların içine girerek, ördekleri alıp, pişirip yedirmişti bize.
Ben Vadideki Hayat dizisini çok sevmiştim. Benim de Vadideki Hayat dizisindeki gibi bir hayatım olmuştu. Benim annem de Kızıl Derili annesi kadar cesurdu. Benim annem de Kovboy annesi kadar ataktı, dahası sevgi doluydu.
Emine UYSAL