Birilerinin seni anlamasını bekleme.Bunu bekledikçe kendini kaybedersin!
-Maria Scarlet -
Şimdi kitaplarım var, rafların arasından bana ölümü hatırlatan kitaplar ve sayfalarından tarih ile yüzüldüğüm anlar. Mizanda terazinin aynel yakın kefelerinin Cennet ve Cehennem izdüşümlerini yansıtan günahlarımı arlandıracak takva ile fiiliyata dökmek istediğim, ayna da nur üstüne nur katacak sevaplarım var. Bir ben yokum burada, o da gelecekti...
Bundan bir 30 milyon yıl önceydi. Araştırmalarım ve sohbetinde bulunduğum büyük zatların tahmini hesaplamalarına göre o
zamanlarda Hz. Adem daha yaratılmamıştı. Sen de yoktun o
zamanlar, ben de.Stratovolkan bir dağın türküsüne uzanan ellerimizde yoktu o
zaman. Yakınlaştıkça uzayan, uzaklaştıkça yakınlaşan bir kül yığınının tam karşısında sana bakıyordum. Birden kendimi, şu ayet-i kerimeyi dilimin en tatlı yanında söylenirken buldum.
‘Lev enzelna hazelkur’ane ’ala cebelin lereeytehu haşi’an mutesaddi ’an min haşyetillahi ve tilkel’emsalu nadribuha linnasi le’allehum yetefekkerune.’
Eğer
Allah’u Azimüşşan Kur’an-ı Hakîm-i Mu’ciz-ül Beyânı bir dağa indirmiş olsaydı, elbette o dağ
Allah’ın azametinden dolayı ve korkusundan dolayı başını eğerek parça parça olacaktı. Misalleri Rabbimiz bize veriyordu ki, biz düşünelim ve düşünürken de Rabbimizin yoluna sımsıkı sarılalım.
Birden gözlerimin rengi değişivermişti. Siyah
beyaz bir ekranda düşlediğim
zamanda sergüzeştliğinin fakir edebiyatına yanısayan ve de insan olmanın bürhanlığında eksik kalmış yanının
hüzünlü toprağında,
babamız ve atamız olan, ilk insan ve ilk peygamber olan Hz Adem’i düşünüvermeye başlamıştım. Hüzünlü bir imtihan neticesinde, gaybı tek bilen Rahmân-ı Rahîm olan
Allah (c.c.)
dünyaya ilk insanı indirdiği
zaman için milyon sene miktarını kullanmak mübalağaya kaçacağı için, bir
zaman belirtmeden, Babamızın
dünyaya iniş tarihine ‘yaşam’ demeye başladım. O gün işte, bir 6 günün destanı ertesi, sen de o gün bana daha öncesinden
gülümsediğin
zamanın ümidini içime düşürmüştün. Kalû-belâ’da, senin ile tanıştığım o ilk anda hülyalı
sevdan yüreğime düşüvermişti, yerin ve göğün yaratıcısının hikmetiyle beraber.
Dilim yine farklı bir tadın evvelinde iken ayet ayet, hilkatinde sonsuz hikmetin olduğu bizlerin asıl amacını düşünmeye başladım. İnsanların içinde yaşarken, insan olabilme macerasına tutulmuştum. Târıkların sim
siyah gölgesi etrafında şimşekler ile çevresi daraltılmış bir sağanak
yağmurun habercisi ‘bismillah’ hayret ile bilmediğim için değil; unuttuğum için
hüzünlü bir edaya bürünmüştüm. Rabbimiz bizi o kadar çok seviyordu ki, bize ayet ayet kesin ve hilkati sorgulanmayacak derece de şaşmaz timsaller sunuyordu. O, bizi neyden yaratmıştı? Bize diyordu ki; ben sizi bir su damlasından yarattım. Bunu söylemeden önce, bizim bakmamız ve düşünmemiz gereken yeri söylüyordu. Sırtımız ve göğsümüzün arasından çıkan bir sıvıydı bu ve biz erkeklerde mevcut idi. Rabbimiz canlı örnekler ile bizim imanımızı arttırmamızı isterken, ahiret inancımızı kaybetmemiz için tekrardan bu
dünyayı yaratacak güce sahip olup olmadığını bize sual ettiriyordu. Ve bizi, hiçbir şey mevcut değilken böyle yaratabilen gücün, tekrardan yaratabileceğine de buna kadir olduğuna dair bizi ikaz ediyordu. Çünkü gizlenenlerin ortaya çıkacağı bir gün vardı. O gün hiçbir güç olmayacaktı. Hiçbir şey bize yardım edemeyecekti. Bize tekrardan ayet ayet yarattıklarına yemin ettiriyordu ve Kuran-ı Azimüşşanın bir şaka, bir oyun olmadığını söylüyordu. Belki biz kafir değidik; ama mürted sıfatı ile suçlanıp, bilip de yapamayanlardan olabilirdik!
Müesses nizamımız vardı bizim
sevgilim. Her saniye tükenen ve sabun köpüğü gibi sönen ömrümüzün ardı sıra daha hangi günaha banıp da, biz gerçeği yakalayabilme yolunda koşacaktık? Nehyedilmiş münkerleri işleyip ve ayaklarımızı, ellerimizi, zihnimizi o yolda işletip, daha ne kadar yaşayacaktık?
Korkuyordum
sevgilim. Senden de korkmaya başlamıştım şu an. Senden ve senin bitip tükenmez
dünya arzularından. Ama esas korkum sende değildin. Gazetelerde canımı sıkan birkaç saniyelik haberler gibi, o an aklımdan silindin. Tanzim edeceğim acılarım vardı. Özellikle %99’umuz Müslüman sayılırken. Kendime baktım ilkin ve kendimden başladım mülahazanın özünü incelemeye, didik edip ve sonra gözlerimi kanatmaya.
Dinsiz olarak doğmamıştım
sevgilim. Dinsiz olarak kimse de doğmamıştı. Herkes son din İslam dini üzerine yaratılmıştı. Şu anda karşımda duran ve de ayetin timsali olan dağın başı dumanlıydı, canı sıkkındı. Ben gibiydi kısaca. Sen şimdi bu satırları okurken nemli gözlerin ile, benim de yanaklarıma yağan
yağmurun sıcaklığını hissetmek adına ellerini kaldırıp yeniden şükretmeni istiyordum. Şimdi çok geç geleceği için ilkin ben kaldırdım ellerimi ve senin ellerini de tutar gibi dedim ki:
‘Ya Rab, Bizi bu Hak din üzerine halk eylediğin ve de o yolda ilerlettiğin için sana sonsuz şükürler olsun. ’
Ama yanıldığımı hatırladım yine. Uff çektim derinden ve derinden o sızımın feryatı dağa kadar ulaştı ki; gözlerimin nemli camlarında karşımda ki engin boşluğa
yağmur tanelerinin melek melek düştüğüne kanaat getirdim. Seni düşündüm. Günahlarımı düşündüm ve ikimizin yanacağı
cehennemi eller avuçladım günahlarımdan. O günahlarda ne kadar zerre varsa, senin gözlerine dolacaktı benim gözlerimden akıp buharlaştıktan sonra. Şimdi olacaktı o an. Sen bilmeyecektin bu
zamanı.
Özlediğim tüm güzellikleri kendim gibi yaşamaya karar verişim bundan yüzyıllar öncesiydi zaten. Dün bir nasihat daha geldi, 30 milyon yıl öncesine dokunan parmakların hüznü ile. Gözlerim, sancılı bir ananın evhamlarına gark olunacak derece de sızlıyordu kabında. Çeşm-i giryandı hayatlarımız ve pinhan olan saadetin kam-u alem de ki nakaratını dinlemek için yeniden, o sesin ardı sıra bir daha, her seferinde umutsuzca dönsem de tekrardan, ellerimi açıyordum. Ellerim kapanmıyordu aslında hiç. Yere inse dahi ve sallansa dahi saatlerce boş boş, sokak sokak; senin lanetlenmiş yanında tükenen bir
sevgili daha buluyordum benim içimde gizlenen beyhude bir ziyadelik gibi,
sevgilim. Zahirperest ve de mukaddes haritasını kaybetmiş benliğim küskündü tüm cihetiyle o anda sana. Nedendi diye deme, nedendi diye ağlatma gözlerini ben gibi şimdi.
Neden bu kadar karışık olduğumu ve de düşüncelerimin hiçbir rabıtada sabit kalmadığı hakkında sual ediyorsun şimdi, biliyorum. Kemâl-i liyakatın tek timsali kitab-ı mukaddes içinden yine bir dal bulmuştum kendime. ‘Görmeyenle gören bir olmaz.İman edip makbul ve güzel işler yapanlarla hep kötülük yapanlar da bir olmaz Ne de az düşünüyorsunuz!’ diye sesleniyordu Yüce Rabbimiz bize Mü’min Sure-yi Kerimesinden. Ah dedim, ama ahım tutmadı kendime ve yeniden gözlerimi açtığımda karşımda mübarek dağı buldum ve bana bakıyordu hala. Benim rağmıma olan husûlü bir anımda beni terkeden fâni şeylerle kalbimi bağlamak kâr-ı akıl değildi. Sen de öyleydin
sevgilim. Hiçbir
zaman bana, Ahiret azabına ait çile anı tattırmamış sen ile daha ne kadar durabilirdim?
...
Biraz da düşününce
sevgilim, esasında seni terk etmem için sebep de yoktu. Esasında sen hala ben iken, akustik bir parça da bana iğiltili nefesinle yaklaşırken her saniye, seni terketmezdim.
Tasavvuf da ilk
heceydi uzun soluklu
muhabbet. Ben senin ile
muhabbet ederken
Allah yolunda, kabz halinden bast haline doğru hafif yayılımlar hissettim
gönül toprağımda. Su akıyordu ve Rahmet yağıyordu sanki. Herkes elimde ki zehre takmış iken, gönlüm ferahfeza alemlerde seyahatine başlamıştı bile.
Tevbe ile silkinen günahlarımın titreten yanışlarına şahit oluyordum. Gönlüm kötülükten zevk almak istiyordu hâla ve ben bunun farkındayım. Hevesâtımın en azamiyetinde iştigal edecek arsızlığına karşın nefsimi bağlamam lazımdı. İlkin şu karşımda duran dağın yanından az uzaklaşmalı ve vakti gelene kadar güneye doğru bakmamalıydım. Veraya sarılmalıydım evvelen ve zühdün ve zerafetin yolunda gafil olmadan marifetin deruniliği yanında nefsin arzularına engel olmalıydım. Değersiz meta olan şu kısacaık fani
dünyadan elimi eteğimi çekerek, zahidliğin erkanı olan çile mertebesine şu
zaman da Bedi’nin deyişi ile farzlara dikkat edip, yedi büyük günahın ateşinden elimi ayağaımı çekerek ulaşabilirdim. Sabr-ı fillah lazım olacaktı bedenime ve izzetinde ve güzelliğinde
Allah (c.c.) ‘nın yarattıklarını tam olarak idrak edecektim. Ama korkum vardı ki, korkmamaktan.
Allah (c.c.) ‘ı gerçek manada sevmek istiyorken, korku kabımı doldurmam lazımdı. Masivaya en ufak yönelişim, tevekkül cihetinden de uzaklaşmam olacaktı. Rıza gösterebileceğim bir sükunet ile üç şeyi gerçekleştirmem lazımdı. Soruyordum kendime o
vakit dertli dertli:
-Üç şeyden kula hesap sorulmazmış be nefsim. Bilir misin onlar nedir? Nefsim gölgelenirken zevkleri ile, gönlüm cevap veriyordu eskilerden.
- Gölgelendiğin kamış barakadan, belini doğrultacak kadar yediğin
ekmekten, avret yerini örtecek kadar elbiseden.
Susmaya başlamıştım o dağın arkasına dönüp, evime doğru gelmeye başladıktan sonra. Bu üç tane gönlün saydığı faziletten hangisi ben de tam olarak vardı?
Mevlana Hazretleri Şemsinin ellerinden tuttuğu an Mevlana olmuştu. Ben Şemssiz kaldığımı z
annederken, koskaca külliyat önümde durup bana sinirli bir bakış fırlatıyordu hayalimde.
-Gel, ne olursan ol gel. Tövbeni binlerce kez dahi bozduğunu bilsen de gel. Gel!’
Herkes de biliyordu ki, sevgilim yani nefsim ile ben hâla sevişiyordum. Kimse ona sevgili diyemezken...