Okuduğunuz
yazı
3.5.2011 tarihinde günün yazısı olarak seçilmiştir.
Havada Kekik Kokusu
Öğlene daha çok vardı. Yola gün ağarırken çıkmıştık. Hava ısınmadan adanın içindeki yaylaya varmayı hedefliyorduk. Yolluğumuzun çoğu Dimitri’nin sırtındaydı. Önden, büyük adımlarla yürüyordu. Hafif yüküme rağmen ona ayak uydurmakta güçlük çekiyordum. Dereyi geçerken Dimitri’ye tutunmak zorunda kaldım. O buraların gediklisi idi. Bense ilk kez geliyordum. Tam mola vermeyi önerecekken yaylaya vardığımızı söyledi.
Yayla beklediğimden küçüktü. Hayalkırıklığımı farketmiş olacak ki:
‘Deniz adamlarına karalar her zaman dar gelir. Sahilde de bu böyledir, yukarı çıkınca da …’ dedi.
Gölgesine oturabileceğimiz bir ağaç yoktu. Kayaların seyreldiği bir yere, çimenlerin üzerine yaygıyı attık. Dimitri heybesinden otlu peynir çıkardı.
‘Biraz kuzu kulağıyla kekik toplasana. Ekmeğin içine iyi gider.’
‘Ekmeği nereden buldun sabahın köründe?’
‘Anam uyuyordu; onun akşamdan hazırladığı hamurdan ben yaptım.’
Belki bir şölen olmayacaktı ama karnımız doyacaktı. Otları toplamaya gittim.
Fazla geçmemişti ki arkamdan
‘Andreas, uzatma!’ diye bağırdı, ‘Ne topladıysan getir artık. Acıktım.’
Dönüp, oturdum. İçi peynir ve ot dolu bir yarım ekmek uzattı.
‘Al bakalım çoban lokmasını.’
‘Bunun adı çoban lokması mı?’
‘He ya.’
‘Hadi canım, şimdi uydurdun.’
‘Tabi ki uydurdum. Ekmek arası peynir. Ye işte. Ama bunun bir ismi var.’ deyip heybesinden bir şişe şarap çekip, çıkardı.
‘Harlaftis’in kırmızısı. Dikkat et, sıkı şaraptır. Ehlileştirilmiş İtalyanlara benzemez.’
‘Denizci adam şaraptan mı korkacak? Sen de bizi yumuşak başlı buldun, sürekli bir şeyler itelemeye çalışıyorsun. Bardak falan yok mu?’
‘Oo, denizci adam şişeden içemiyor mu? Konu şaraptan açılınca mangalda kül bırakmıyor ama …’
‘Sordum sadece, var mı, yok mu diye. Uzatacak bir şey yok. Aslını istersen var. Uzat şişeyi.’
Şarap gerçekten sertti. Çok geçmeden etkisini hissetmeye başladım, elimi şişeye daha az götürür oldum.
‘Hemen ağırdan alma, bir şişe daha var.’
‘Madem bir tane daha vardı, niye bir saattir şişeyi alıp veriyoruz? Açardık ikisini de, karşılıklı demlenirdik.’
‘Böylesi iyi. Daha kontrollü içiyorsun.’
Kontrol benden çok Dimitri’ye gerekiyordu. Benim her bir yudumuma karşılık o üç tane çekiyordu.
‘Ee?’ diye sordu ‘Nasıl hissediyorsun?’
‘Çakırkeyif oldum gibi.’
‘Onu sormuyorum, iki haftaya Sophia ile evleniyorsun. Ne hissediyorsun?’
‘Heyecanlıyım.’
‘O kadar mı?’
‘Daha ne olsun?’
‘Köyün en güzel kızıyla evleniyorsun. Yer, gök senin olmalı.’
‘O da köyün en yakışıklı delikanlısı ile evleniyor. Hem o delikanlı yeni tekne de aldı. Bozuk hava filan dinlemez, eve para getirir.’
‘Sahi, teknenin adını ne koydun?’
‘Evangelica. Anamın adı.’
Bir şey demedi, gözlerini şarap şişesine dikti. Ben de yemeğin son kalan kırıntılarını yedim. Doymuştum. Şarabın da etkisiyle ağırlık çökmeye başlamıştı. Sessizliği bozan Dimitri oldu:
‘Bilirsin’ dedi, ‘Ben de zamanında Sophia’ya gönül kaydırmıştım.’
‘Bilirim’ dedim.
‘Hepimiz beğenirdik onu. Sophia ise kimsenin yüzüne bakmazdı. Sen yakışıklı adamsın, doğruya doğru, ama yine de onun gözünün daha yukarılarda olduğunu düşünmüştüm. Neyse, ikiniz adına da çok mutluyum. Birbirinize yakışıyorsunuz. Bir yastıkta kocayın, boy boy çocuklarınız, torunlarınız olsun. Tanrı izin verirse, benim kaderim de sizinkine benzer.’
‘Kader bu, bilinir mi?’ dedim. Uykum dağılmıştı. Kendi heybeme uzandım. İçinden bir tabanca çıkarıp Dimitri’nin göğsüne dayadım. Bir şey demeden tetiği çektim. Dimitri geriye doğru devrildi. Bedeni devrildiği yerde kalmadı, sırtımızı verdiğimiz hendeğin içine yuvarlandı.
Yaygının üzerine bırakmış olduğunu bıçağını aldım, kendi bacağıma sapladım. Üstümü başımı çekiştirip yırttım. Örtünün üzerindekileri tekmeleyerek etrafa savurdum. Sonra hendeğe inip Dimitri’nin de elbiselerini yırttım. Yüzüne bir kaç yumruk attım. İki elimle de kendi boğazımı kan oturana kadar sıktım. Her şey tamamdı; kavga etmiş gibiydik.
Topallayarak köye döndüm. Kasabadan polis gelip, beni aldı. Sorgumda içtiğimizi, sonra Dimitri’nin benim Sophia’yı haketmediğimi söyleyerek bana saldırdığını, dövüştüğümüzü, o beni bıçaklayınca onu vurmak zorunda kaldığımı söyledim. Yaylaya gidilip, tarif ettiğim yerden Dimitri’nin cesedini alındı. Kimse bir şeyden şüphelenmedi. Herkes Dimitri’nin Sophia’dan hoşlandığını, Sophia’nınsa ona yüz vermediğini biliyordu. Ben ise Dimitri’nin yüz bulamayınca Sophia’ya ne yaptığını biliyordum.
Paylaş:
1 Beğeni
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Sekiz yıla yakın geçmiş öyküyü yazalı. Arayıp bulduğunuz ve beğendiğiniz için teşekkür ederim. Sayenizde benim de öyküyü tekrar keşfetme fırsatım oldu, aklımda metnin kendisinden çok Sayın Ağyar'la yaptığımız sohbet kalmış. Saygılarımla.
Sakin sakin okurken birdenbire olanlar karşısında şaşırıverdim,hazırlıksız yakalandım derler ya,ağzım açık kaldı .Ustaca yazılmış bir öykü,tebrik ederim.(Bugün kararlıyım ve de hepsini okuyup ,bitireceğim.)
Sakın ha! Kargacık, burgacık şiirlerimi pek okuyan yok; öykülerimi ben de tercih etsem de az sayıdaki şiir okuyucularımı kaybetmeyi göze alamam. Yine de öykümü beğenmiş olmanız beni mutlu etti. Saygılarımla.
Öyküde giriş, anlatım ve sürpriz bir sonuç. Bu konuda Ağyar'la hemfikirim... Yazar tarzını oluşturmuş, belli bir okuyucu kitlesi var, yazıyı okuyunca kime ait olduğu şıp diye anlaşılıyor.
Öncelikle günün yazısı ödülüne layık görülen yazınız için samimi olarak tebrik ediyorum. Tebrikler.
Yazıya döndüğümüzde; altına isminizi yazmasanız da, nesir sayfalarının herhangi bir takipçisinin bile şıp diye “evet bu İlhan Beyin yazısı” diyebileceği bir öykü. Okuyucuyu kontrada bırakmayı seviyorsunuz. Sonu mutlu veya hüzünlü bitmiş hiç önemli değil.
Site içerisinde; takip edebildiğim kadarı ile kendi tarzını oluşturmuş, oturtmuş sayılı yazarlar arasında sizi de sayabilirim. Kendi üslubunu oluşturmak, oturtmak, bir “yazar” için çok önemli olsa gerek, her ne kadar bir kaç negatif getirisi olsa da.[Hani benimde olsa :- )].
Öncelikle; 1-Belirli bir hayran kitleniz oluşuyor. 2-Alışkanlık yapıyorsunuz. 3- Akabinde taklitleriniz oluşuyor. 4-Bu arada ister istemez düşmanlarınızda (aman ha “düşman” mecaz manada kullanılmıştır) oluşuyor(kıskanalar çatlasın) 5-Belli bir zaman sonra ise açık vermeye baş-lı-yor-su-nuuuuuz.!
Bu yalnızca size özgü bir durum değil inanın. Peki, bunları niçin sizin sayfanızda sıraladım. Çünkü kompleksiz, diyoloğu seven, dışa açık bir yapınız olduğunu görüyorum. Cesaretim bu yüzden.
Yazınızın finalinde bilhassa kurgudaki bariz hatalar “beşinci madde” ile ilgili tespitlerimi tasdikler nitelikte.
Mesela şu bizim Andreas; Nasıl oluyorsa oluyor, bıçağı bacağına sapladıktan sonra, can havliyle üstünü başını çekiştirip yırtıyor, örtünün üzerindekilerini tekmeliyor. O topal bacağıyla aşağı hendeğe inip Dimitri’nin elbiselerini yırtıyor, yüzüne birkaç yumruk atıyor, sonra iki eliyle kendi boğazını kan oturana kadar sıkıyor, tekrar hendekten yukarı çıkıyor ve topallıya, topallıya köye geri dönüyor.
Siz anlatmasanız da ben Andreas’ın o topal haliyle bıçaktaki kendi parmak izlerini sildiğini, ondan sonra tekrar Dimitri’nin parmak izleri çıksın diye bıçağı Dimitri’nin eline tutuşturduğunu tahmin edebiliyorum. Lakin geliyor, geliyor bir iki yerde öyle tıkanıyorum ki; ya bu bizim Andreas çok salak ya da köydeki polis ağabeyler diyorum.
İndiiii!
Promil limiti istiap haddinin bir hayli üzerinde birisi nasıl olurda kan kaybından meydana gelebilecek marazi durumlardan yırtar. Zira kandaki alkol kanı haddinden fazla sulandırır ve nabzı artırır. Hele hele içilen şarap; ‘Harlaftis’in kırmızısı, dikkat edilmesi gereken sıkı bir şarap cinsi ise.
Eğer Dimitri “iki eli” ile hem de iz bırakacak kadar Andreas’ın boğazını sıkıyorsa; A-) İki eli Andreas’ın boğazında olduğuna göre bıçağı hangi eli ile tutmuştur. B-) Yarı sarhoş(yoksa tam mı) vaziyette iken bu enerjiyi nerden bulmuştur. C-)Yüz yüze yapılan bir boğuşmada bıçak; saplanabileceği karın boşluğu, göğüs kafesi, kalça, bel, kol, omuz, sırt, boğaz, yüz vb bir sürü bölge varken “bacağa” nasıl saplanmıştır.
Madem Andreas kafaya koymuş, böyle bir halt yiyecek, inandırıcılık adına, en azından böyle bir yayla gezisi için ne yapıp edip bir binek (at-eşek) ayarlamalıydı. Finalde ise fazla abartmadan önce gerekli dekor-sahne-kostüm için gerekli alt yapıyı oluşturduktan sonra "bıçağı"en son kullanmalıydı.
Yukarıda eleştiri-yorum adına yazmış olduğum satırlar belli bir edebiyat kriterine bağlanmaksızın tamamı ile kişisel görüşlerimdir. Hoşgörünüze sığınarak :-)
Gercek hayat dogasi geregi kurgudan daha garip oluyor (Inandiricilik diye bir zorlamasi olmuyor gerceklerin. Halbuki kurguda ortak bir zemin bulmazsaniz inandiriciligi yitiriyorsunuz). Bundan birkac yil once bir SAT komandosunun ( Belki de SAS) Beyoglu'nda tinerci cocuklar tarafindan bicaklanip oldurulusunu hatirliyorsunuzdur. Kagida doktugunuz zaman "Hadi canim, olur mu oyle sey" diyebileceginiz bir durum gercek hayatta olabiliyor. Arbedelerde egitimli bedenler bile sarsak vuruslar ya da kendini koruyamamalar yasayabiliyor. Bir otopsi sirasinda sokak kavgasinda olen birisinin cesedine denk gelmistim. Kursun sanki tabancanin namlusuyla diklemesine burnunu kasirken girmis de o aciyla beynine gitmisti. Bir kavgada atesli bir silahla o aci nasil yakalanmisti, bilmiyorum. O yuzden bicak konusundaki elestiriyi hala kabul etmiyorum. Ote yandan bazen en goz onunde olan seyler bile tartismaya acik oluyor. Spor yorumcularini ve yavasca oynatarak gosterdikleri pozisyonlar ilk aklima gelenler.
Mekan ve zamana gelince... Haklisiniz. Isimler ve sarap disinda Ege'yi isaret eden bir belirti yoktu. Yeri ve zamani daha belirgin koymaliydim.P
Zaman ve mekân konusunda ipucu vermediğiniz için mekân olarak hayalimde hep Britanya adalarında bir sahil kasabasını canlandırmıştım. Kendi kendime diyorum, Aynur Hanım nasılda Yunanistan diyerek isabet ettirmiş, meğer oda şiirinizden kopya çekmiş :- )
Zamanı ise aşağı yukarı tutturduğumu söyleyebilirim.
Günümüzde ses getiren bilhassa yabancı polisiye filmlerinin senaryoları oluşturulurken emniyet arşivlerinden yararlanılır. Senaryo aşamasında; filmi seyredecek binlerce hatta milyonlarca seyirciden belki de “ço, ço, ço,ço, çok” az sayıdaki kısmı kriminolji, balistik vs gibi kavramlardan anlamasına rağmen, senaristler o anlamayanların içerisinden mutlaka bir iki tane kıl çıkar (benüm gibü) şüphesiyle ince eleyip sık dokurlar.
Artık ne düşünürsünüz bilmem sizde o senaristler gibi kıllığıma sayabilirsiniz. :- )
Aynur Hanımın bir yazısında kendisine de dediğim gibi “içlerinde istisnalarda olsa yorumlarımı karşı tarafı germesin, hafiften bir tebessüm ettirsin diye hiciv ağırlıklı yazmaya çalışırım. Her ne kadar bu tarz benim hoşuma gitse de karşı tarafta taammüden zülfüyâra saldırı var hissi uyandırıyor maalesef. Lakin haddimi gayet iyi bilirim, bu yüzden müsterihim”
Ben Sayın Ağyar'a cevap yazarken aşağısı dolmuş taşmış. Bir iki kelime de edebilir miyim?
Öyküye yorum yazanlar hanımlar ya da beyler diye bir ayırım yapmak doğru mu, bilmiyorum. Belki bu sefer değil ama uzun süre yazılarıma düzenli olarak yorum yapan beyler hatırlıyorum. Ayrıca sanal ortamda cinsiyetin ve kimliklerin havada uçuştuğunu da hatırlatmak isterim.
Kıskanma oluyor mudur? Niye olsun ki? Bir tür çalışma atölyesindeyiz, hepimiz iyi kötü bir şeyler üretiyoruz. Bir şirkette birbirinin yerini kapmaya çalışanlar değiliz. O yüzden yorum yapmamayı ya da yorum yapınca da olumsuz şeyler söylemeyi kıskançlığa bağlanmaması gerektiğini düşünüyorum.
Açıkçası bu öykünün bir Ağyar yorumu olması gerekiyordu. Oldu ve güzel oldu. Ben de tadına vararak öykü üzerine konuşmak isterim.
Yalnız kendi üslubu olan yazar konusunda bir küçük hatırlatmam olacak. Birinci madde her iki yöne de geçerli. Takipçileriniz olduğu gibi, tarzınızdan samimiyetle hoşlanmayan ve bundan sonra artık ne yazsanız okumayacak (Haset filan değil, gerçekten yazdıklarınızı sevmiyorlar) başka bir kitle de oluşuyor. O noktada 'tanınmamış', her yazdığı ön yargısız karşılanacak yazarlara özeniyorsunuz (Ama onlar da okunmuyor, o ayrı).
Gelelim öykünün mekaniğine. Bakalım açıklamam sizi tatmin edecek mi?
Öncelikle Andreas'ın polislere anlattığı şekilde olayların üzerinden geçelim:
İki arkadaş yaylaya içip açılmaya giderler. Burada, planlı olmayan bir şekilde kavgaya tutuşurlar. Olayları tabi ki kıskançlık içindeki Dimitri başlatmıştır. Kavga başta masumdur; yumruk yumruğa ağız tadıyla bir kavga. Sonra olay ciddiye binemeye başlar Dimitri Andreas'ın boynunu sıkar. Ama Andreas bu durumdan kurtulur (Aslan gibi delikanlıdır). Gözü dönmüş olan Dimitri bıçağına davranır (Bıçak zaten yaygının üzerinde, yani el altındadır). Olaylar Andreas açısından olacak gibi değildir, alışkanlık üzere çantasında taşıdığı silahıyla Dimitri'yi indirir. Uzun sözün kısası kavganın evreleri vardır, bıçak belirli bir noktada kavgaya katılmaktadır. Üçüncü sayfalarda benzer örnekleri olan türden bir kavga tasarladım: İki kafadar bir kıza laf atarlar, sonra biri kızın diğerinin ablasına benzediğini söyler. Önce ağız dalaşı, sonra itişme başlar. İtişme kavgaya dönüşür. Bir an, taraflardan biri bıçağına davranır. Bıçağına davranmazsa bile diğeri eve gider, bulduğu bıçak, tabanca, elektrikli testere tarzında bir silahla kendisini alık alık mahallede beklemekte olan arkadaşını öldürür. Bu durumda da 'İki elinle testere tutarken nerenle yumruk atıyordun?' sorusu geçerliliğini yitirir.
Andreas'ın anlattığı hikayedeki 2) nolu noktaya gelince. Sarhoşlar kavga ederler, özellikle de bastırılmış bir öfkeleri varsa. Gerçekte bile Dimitri sarhoş değildir. Zaten iki adam daha ancak bir şişeyi devirmişlerdir; fazla kendilerinden geçecek halleri yoktur. Bu yüzden bir enerji sorunu yaşayacaklarını sanmıyorum.
3) Bir kavgada bıçağı nereye saplarsanız saplayın 'Oraya değil de, niye buraya saplandı?' denebilecek her zaman birden fazla bölge vardır. Belki ikisi yerde yuvarlanıyorlardı, karın hedef alınmıştı ama bacağa saplandı. Sonuçta vücuttaki ölümcül bölgeleri hedef alabilen ninjalardan bahsetmiyoruz. Sokak kavgalarında yumrukların/tekmelerin nasıl havayı dövdükleri ya da nereyi tuttururlarsa oraya geldikleri ortada. Bu kavgada da benzer bir durum olabilir.
Peki Andreas salak mıydı? Kahramanıma salak dedirtmem (Ben diyebilirim, sonuçta benim evladım). Evladım olduğu için söylemiyorum, Andreas salak değildi.
Sakatlanmış bir şekilde döneceğini öngörmüş olmalı. Ama normalde yürüyerek gidilen bir yere bir de yanında eşek sürüklese dikkati çekerdi. Bu günübirlik pikniğe uyku tulumu ve çadır götürmek gibi bir şey olurdu.
Finalde mizanseni hazırlarken bıçağı sona saklasa iyi ederdi fikri bence de mantıklı. Ama her ne kadar o noktaya planlı bir şekilde geldiyse de adrenalin boşalması yaşayan Andreas'ın optimum çözüme ulaşmaması doğal geliyor. Hatta düşününce bana daha gerçekçi geliyor çünkü Dimitri'yi vurunca ben de panik içinde bıçağı saplattım, sonra bir dövüş mizanseni olmalı deyip elbiseleri parçaladım, sonra da bedende izleri bıraktım. Civarda bir CSI: New York ekibi olmadığı için de olayların sekansı o kadar sorun yaratmazdı.
Parmak izi bile alındığını sanmıyorum: Olaylar günümüzde değil, 20 lerle 40 lar arasında bir yerde geçiyor. Andreas balıkçılıkla geçinmeyi hayal eden biri, ekmekleri hala evde yapılıyor ve ada turizminin en ufak belirtisi yok. Bu noktada 'polis' kavramı sorgulanabilir. İtiraf etmeliyim 1984 öncesi Yunan kırsalındaki polis örgütlenmesinin nasıl olduğuna dair bir bilgim yok.
Yazarken çok zevk aldım. Kurgulamada bu tip tartışmalar çok zevklidir ve bayağı çekişmeli geçer. Özlediğim bir özellikti. Yalnız bir ricam olacak. Gerçi yorumunuz epey geç geldi ve okuyan artık okumuştur diye düşünebilirsiniz ama yine de bu tarz bir yorum yapacaksanız başına bir 'spoiler' uyarısı koymanızı rica edeceğim. Okuyucunun gözü yazıdan önce sizin yoruma kayarsa, ki bu hiç de küçümsenecek bir olasılık değil, yazının süprizini kaybetmesin.
Vaktiniz, emeğiniz ve neşeli yorumunuz için teşekkür ederim.
Bu kıskanan da ben oluyorum sanırım:) Hiç çatlamaya niyetim yok abi kusura bakma. Yazar yazıyor. Hem yazar cevap verecektir sana ama izninle bir iki şey söylemek istiyorum: Adam bıçağı bacağıma sapladım dediyse bacağının yarısını kesip atmadı ya. Hafifçe kesebilir. Maksat kavga edildiği belli olsun:) Öbür maddelerine diyecek bir şeyim yok.
Araya modülasyon bozukluğu yaptığım için mazur görün:)
Ya benim de bişey dikkatimi çekti , aşağıdaki yorum yapanların çoğunluğu bayan , İlhan Kemal'in erkek okurları (istisnalar hariç) niye yorum yapmıyorlar , ya da bayanlar tarafından daha mı çok okunuyor , ya da bir çekememezlik mi mevzu bahis ? :D
Galiba roman gibi , hikayeleri de daha çok bayanlar okuyor.
Ee o zaman beyler çok şey kaybediyor derim ben de :)
ne kadar farklı bir tarz, kesinlikle izinizden gidemem. Bana sadece hayranlıkla okuyup tebrik etmek düşüyor. Diğer bütün kalemlere yüreğinize sağlık derken, size hayal gücünüze sağlık demek geldi içimden:))
Gidilecek bir izim yok; herkes gibi dinlenebilir hikayeler anlatmak peşindeyim. Bugün şanslıydım, iyi bir tane yakaladım.
Başkalarının hayallerini görebilseydim, benimkiyle karşılaştırıp 'Hayalgücüm genişmiş ya da değilmiş' diyebilirdim. Ama çoğu kişinin başka kaygılarla hayalgüçlerini dizginlediklerini düşünüyorum. Ben yazarken eğleniyorum, umarım okuyanlar da bir parça olsun iyi vakit geçiriyorlardır. Saygılarımla.
Her zaman kotaramıyorum ama bu sefer galiba sonunu hissettirmemeyi başardım. Ender şekilde bir bütün olarak kurguladığım öykülerden biriydi (Genelde yazarken 'Bakalım, ne olacak?' yöntemini kullanıyorum). Beğeninizi kazandığına sevindim. Saygılarımla.
Beğendiğiniz için ben teşekkür ederim. Her ne kadar yayladaki içki sofrasının huzurunu kaçırdıysam da değdini düşünüyorum. Biraz hareket getirmek gerekti; kahramanlar da, okur da fazla yayılmıştı çimenlere. Saygılarımla.
beklediğim öyküyü kısa zamanda yazmanız sabırsız birine ilaç gibi oldu. inanın böyle bir öykü beklemiyordum demiyorum artık öğreniyorum... tşk ederim...ilgimi çeken olayın oluşunda sonu oldukça etkiledi beni seven bir adamın sevdiği uğruna her engeli kaldırabileceği...bazen hep kalıplaşmış kelimelein ardına sığınırız ölçü ararız sevgide oysa davranış eyleme dikkat etmeyiz söylemedi ya sevilmiyormuyuz diye düşünürüz, doğanın kanunu sanki söylenmeden olmaz. sessizlikte bile sevgi vardır hissetmek has olan... değer verdiğiniz kattığınız için saygılarımla..
Aynur Hanımla yorumiçi sohbetlerimizde çıkan hendek bağıntılı öykü yazma fikri elde olunca, istediğiniz hikayeyi yazmak zor olmadı (Hazır konu öykücüler için hazine değerindedir.)
Eylem, çenesi oldukça düşük bir anlatıcıdır; bize epey şey söyler kişinin gerçekten hissettikleri konusunda. Bu öyküde kişilerin hislerini ele veren eylemler üzerine. Sevdiğimiz uğruna cinayet işlemek akıllıca gözükmese de bunun öykülere gazetelerin üçüncü sayfalarından daha çok yakıştığını düşünüyorum. Ben teşekkür ederim hassas yorumlarınız için. Saygılarımla.
Eskiden kekik ete lezzet, koku vermesinden ziyade etin çürümesini engellemek için kullanılırmış. O halde bi cinayet işleyip kekikle çürümeyi yavaşlatabilirsiniz:)
lavanta , müge kokusunda cinayet olmaz gibi ama kekik iyi gider, iyi bir tercih :)
Tarihteki ilk cinayet niyeydi ? Ademin oğulları hep aynı, hiç değişmiyor.
O zaman yamyamlar icin cifte fonksiyonu varmis kekigin: Hem marine ediyor, hem de sakliyor.
Bir kisi gibi ben de bir ara islenebilir cinayetler kitabi yazmayi hayal etmistim. Evinizdeki gunluk malzemelerle cinayet isleyip cesetten gercekci kurtulma yontemleri olacakti (Mesela 52 kiloluk bir kadina 84 kiloluk kocasinin cesedini sirtlayip Ankara'nin ortasinda denize atmasini soylemeyecekti). Anlasilacagi uzere en hayati noktalardan biri cesetten kurtulma uzerine, saklama degil. Diyelim ki Johnny Depp'i kacirdiniz. Adam rahat durmuyor, kacti kacacak. Elektrik verip oldurursunuz. Cesedi bozulmasin diye ideal mumyalama yontemini ararken, evet, kekik ise yarayabilir. Otumuzla bir sure durumu idare eder, sonra kalici cozume gecebiliriz. Yine de bircok kisi cesetleriyle karsilikli oturmayi degil, onlari ortadan kaldirmayi dener. Bu da dogal olarak kekigin kullanim alanini kisitlar.
Tarihteki ilk kaydi olan cinayet Sumer arsivlerinde olmali. Bunun icin bir Sumerologun destegine ihtiyacimiz var.
Renkli yorumunuz icin tesekkur ederim. Sayenizde otobusun ortasinda gulumsuyorum. Saygilarimla.
O kadar güzel yazmışsınız ki, tüm öykü gözlerimde canlandı Tek kelimeyle harika, güne geleceğinden eminim.. Başarılarınız devamını diliyorum, sevgilerimle..
Okuyanlar zevk alsın, sıkılmasınlar, yazan da yazdığından mutlu olsun yeter. Siz sıkılmamışsınız, yazarken ben kendimi iyi hissediyordum. Demek ki öyküm hedefini tutturmuş. Teşekkür ederim. Sevgilerimle.
Ben basmadım Yayladaki kekiklerin üzerine. Hacı Osmandır Beni iten Sırtımdan tek kurşunla.
Yaylada - 2
Kekik ete tad verir derler. En iyi kuzgunlar bilirmiş, Ben de yeni öğrendim
İlhan KEMAL
Ben galiba yazılarınızdaki duygusuzluğu kanıksadım. Artık hiç şaşırmıyorum. Üstelik farkında olmadan bunu kendi çalışmalarımda uygulamaya başladığımı da hissediyorum. Sanırım bulaşıcı bir tarz:)
Türk-Yunan kültürleri ne kadar da bir birine benziyor dedim kendi kendime. "İnşallah" bile diyebiliyorlar. "‘He ya.’" bu cevabı veren Dimitri olmasaydı, gencin bir ege çocuğu olduğuna yemin bile edebilirdim...
Finalde merak içinde "neden acaba" diye düşünürken gerçeği görmek etkileyiciydi.
Biliyorum ki, bunları çok kısa bir sürede kurgulayıp ekliyorsunuz. Ya da yazmış olduğunuz şiirin öyküsünü açıyorsunuz...O yüzden özellikle bu yazınızda bir iki kelime hatası var. Gözden geçirirseniz farkedeceksiniz.
Bunun dışında benim için yine son derece okunası bir çalışma...Hızınıza ve hayal gücünüze "maşallah."
Yazmak, yazı üzerine konuşmak hoşuma gidiyor. Bir taraftan da anlatının yarattığı hayali dünya bozulmasın istiyorum. Güzel bir ikilem, tadını çıkarıyorum. Saygılarımla.
Zahmet etmiş detaylı bilgi vermişsiniz. İşte ben bu yüzden herşeyin "yorum kısmında" konuşulması taraftarıyım. Siz böyle yapmakla öykünüzü açıklamış olmuyorsunuz, pek çok insana fikir veriyorsunuz ve yol gösteriyorsunuz. Asıl ben bu yüzden teşekkür etmeliyim. Saygılar.
Sizin 'duygusuz' tanımınızı tartışmadan önce niye bunun üzerinde durduğumu açıklamak isterim.
'Duygusuz' nötr bir sıfat değil. İster kişiler için, ister anlatılar için kullanın, duygusuz'un olumsuz bir anlamı var. Benim öykülerim için sıkça kullandığınız bir tanımlama olunca bir de sizden tanımı duymak istedim. Siz de gayet güzel ve net bir tanım sundunuz.
Tanımınız bana öykülerin dışında, günlük hayatta bazı erkeklerin karşılaştıkları bir cümleyi anımsattı: 'Beni sevdiğini bana hiç söylemiyorsun.' O erkek duygusuz mudur? Eşinin kariyeri için kendi kariyerinden vazgeçen bir erkek eşini sevmiyor mudur?
'Ne düşünüyorlar, ne hissediyorlar anlıyoruz ama, kelimelerle değil, olayın gidişatına göre .' : Harika! Benim de yapmak istediğim bu zaten. Olay, kişilerin olaylara verdiği tepkiler, sözlerle duyguları ifade edebiliyorsam bir de iç konuşmalarla 'Çok kızmıştım' ya da 'Bunalıyordum' dedirtmenin gereği yok. Eğer o bunalma duygusunun kahramanın eylemlerine ve tutumuna etkisi yoksa, o bunalmadan bahsetmek de anlamsız.
Dediğiniz gibi bu bir tarz meselesi. Ben bunu tercih ediyorum, bir başkası iç konuşmalarla duyguları yansıtır. O zaman neye itiraz ediyorum? 'Duygusuz' kelimesine. Eğer bir şekilde okuyucu hikayedekilerin duygularını anlayabiliyorsa ben 'duygusuz' kelimesini kullanmam. O öykü duygusuz değildir. Peki benim için duygusuz olan nedir? Aşağıdaki gibi bir metin olabilir.
Coşkun tüfeği omzuna yaslayıp nişan aldı. Önce ilk hedefi vurdu, sonra ikinciyi, sonra da üçüncüyü. Atışları bitince tüfeği duvara yasladı ve kulaklıklarını çıkardı.
Bu pasajı duygusuz yapan Coşkun'un tüm hedeflerini vurmasından dolayı ne hissettiğini anlayamamızdan çok, bizim okuyucu olarak metin bıraktıktan sonra bir şey hissetmememizdir. Belki 'Aferin Coşkun'a' ya da 'Ateş etmeyi nerede öğrendi ki?' gibi şeyler söyleyebiliriz ama kuvvetli bir duygudan bahsetmek pek olası değil.
Bütün bu açıklamalardan sonra artık sizin 'duygusuz' dediğinizde ne demek istediğinizi biliyorum. Gönül rahatlığıyla kullanabilirsiniz, benim korktuğum kavram değilmiş.
Eleştiri gerekiyor. Hatta Deniz Aral'ı çok özlememde detaylı teknik eleştirilere duyduğum açlık yatıyor. Ne yalan söyleyeyim, böyle eleştirileri okuduğunuz zaman kendinizi iyi hissetmiyorsunuz (Bu tip eleştirileri 'yorumlar' arasına yazmadı) ama eleştiriyi yanıtlamaya kalktığınızda onun ne kadar haklı olduğunu görüyor ve teslim oluyorsunuz. Sizin eleştirileriniz de benzer kıvama yaklaşıyor, bu yüzden çok mutluyum.
Unutmadan, 'inşallah'tan bahsetmek istiyorum. Vurulan bir kovboya 'eşhedü enla' dedirtmek saçmalık, bunu kabul ediyorum. Ama bazı konuşma dili 'çeviri'leri yapmanın mümkün olduğunu düşünüyorum. Örneğin dünkü Jenny'e Amerikalıların konuşma dilinde sıkça kullandıkları 'Kutsal İnek adına!' dedirtirsem okuyucuyu metinden koparırmışım gibi geliyor.
Duygusuzluktan kastım, insanların içlerindekini çok fazla kelimelere dökmeyişiniz. Ne düşünüyorlar, ne hissediyorlar anlıyoruz ama, kelimelerle değil, olayın gidişatına göre. Belki de bu bizim içimizdeki duygudur. Öyle bir olay karşısında nasıl tepki vereceğimizi düşünüyoruzdur belki... Tarzınızı eleştirmiyorum, her seferinde etkileyici olduğunu söylüyorum. Etkileyici bulmadığım zaman bunu açıklıkla söylerim inananın.Bunlar genel görüş değildir ayrıca, belki benden başka kimse böyle düşünmüyordur.
İnşallah kelimesine gelince, ben kullanılamaz manasında eleştiri yapmadım. Çünkü bu konuda fikrim yok. Belki de Hristiyanlarında bu manaya gelen bir sözcüğü vardır. O halde kullanmaları normal sayılır. "Allah izin verirse" daha uygundur belki de. İnşallah Arapça sonuçta...Sadece sesli düşünüyorum...
Siz eleştiriye açık bir yazarsınız, bu da kendinize güveninizi ve profesyonelliğinizi ortaya koyuyor. Yoksa asla böyle sorulu cevaplı yazmazdım. Sorarken öğreniyorum aynı zamanda. Bence herkesin yapması gereken bir şey.
Üstelik hala kaleminizi kıskanıyorum, böyle de gider bu :)
Duygusuzluktan tam olarak ne kastettiğinizi yakalayamıyorum. Bunu benim için tarif edebilir misiniz? Çünkü ben bu hikayenin duygusuz olduğunu düşünmüyorum.
'İnşallah'ı yazarken epey düşündüm. Türkçe yazıyorum, ama Türk olmayan insanlardan bahsediyorum, bahsi geçen kişiler bizim kültürümüze yabancı değiller. Bu noktada 'inşallah'ı kullanabilir miyim? Kullanabileceğimi düşünmüştüm, ama yorumunuzu görünce yanıldığımı anladım.
Bu öykü dün sizinle yaptığımız 'Hendek' serisinin bir ürünüydü. En sevdiğim metro istasyonu yolunda tasarladım; bu sabah yazarken de Sophia'yı konuşmalı rollerden aldım. Şiirler ise öyküden önce yazıldı ama öykünün yan ürünü sayılırlar. Kekik kokusu ise sayın Gülayşe'nin Yayık Ayranı'na yaptığı yorumdan fırlayıp öyküye ve şiire yayıldı.
Dikkatli okumanız için bir daha teşekkür ederim. Tekrar okuduğumda bir iki hatayı düzelttim ama sanırım hala içinde epey var.
Hayalgücü kadar yapılan yorumların beni tetiklemesinin de katkısı var bu öykülerde.
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.