13
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1184
Okunma

Yıl 1965. Yaşadığım yer olan İstanbul-Kurtköy ve civar köylere henüz elektrik bile gelmemiş. Sular deseniz köy meydanlarında ve mahalle aralarında bulunan çeşmelerden gürül gürül akıyor. Kurtköy’e Aydos Dağı’ndan geliyor su. Tadını hiç bir yerde halâ bulamadığım kadar güzel.
O yıla kadar beş sınıfa tek öğretmenin hizmet verdiği Kurtköy İlkokulu’nda ilk olarak ikinci bir öğretmen daha görev yapmaya başlıyor. 1,2,3. sınıflara bir öğretmen, 4,5. sınıflara diğer öğretmen bakacak.
Ben de 4.sınıfa başlayacağım. Kurtköy’ün bir tarafı ahır, diğer tarafı bakkal dükkânı olan üç kahvesinden birini kiracı olarak babam çalıştırıyor. Babamla birlikte hem evimiz hem de iş yerimiz bu kahve.
Sigara dumanından rengi siyah görünen ahşap tavanı, iki tarafı komple pencere , iki giriş kapılı, kırık-dökük ahşap sandalyeleri, her yaştan müşterileri olan, ortasında köyün en yaşlı kara çınar ağacı, akasya, ıhlamur ve bir de yeşil çınar ağacı ile çiçekliğinde zambaktan güllere kadar her çeşit çiçeği bulunan genişçe bahçeli tek katlı kahve. Bir de su kuyusu var bahçede, 5-6 metre kadar derinlikte. Sepete konulan gazozlar iple bu kuyuya sallandırılıyor soğuması için.
Yeni gelen öğretmenimiz, henüz yeni mezun olmuş, gencecik, nişanlı bir bayan ; İlhan Hanım. Bize o geliyor. Daha ilk günden itibaren yıldızımız barışıyor onunla. Sayesinde okumayı çok sevmeye başlıyorum. Her şeyimle ilgileniyor. Bana değer veriyor. Bir öğretmen, bir abla gibi davranıyor aslında.. Fakat ben onu daha çok annemin yerine koyuyorum. Çünkü en çok anneye ihtiyacım var benim.
Kurtköy’ün ve okulun en ezik çocuğu iken birden bire popüler olmaya başlıyorum onun sayesinde. Kendime güvenim artıyor. Değerli hissetmeye başlıyorum. Çok ders çalışarak, okuyarak, çok önemli biri olabileceğime inanıyorum.
Bir taraftan müşterilere hizmet ederek, diğer taraftan inatla derslerimi çalışmaya uğraştığım o köhne kahvede, bir de hayatımı yazmaya, bu konuda bir şeyler karalamaya çalışıyorum. Hatta bir de şiir yazıp, şarkı gibi aylarca mırıldandığımı hatırlıyorum :
Öksüz aşkı böyle işte ;
Tatlı başlar acı olur.
Bütün öksüzlerin aşkı,
Hicran ile son bulur .
O köhne kahvede, o sefaletin içinde en mutlu günlerimi yaşıyorum. Neşeliyim, mutluyum, gülüyorum ve oynuyorum. Köyün çocukları oyunlarına beni de alıyorlar. Bir çoğunun evlerine oynamaya ve ders çalışmaya gidiyorum.
Okulda her derste parmağım havada. Okulun en çalışkan, en akıllı öğrencisi benmişim. Kıskanıyor bir çoğu. Babam benimle iftihar ediyor. Geleceğimden umutlanmaya başlamış.
.....
Bir gün okulda bir duvar gazetesi çıkaracağımızı söylüyor İlhan öğretmenim. Seviniyoruz. Hepimiz yazı ve şiirler yazıp asabilecekmişiz gazetemize. Seviniyorum ben. Şiirlerimin orada asılı olduğu günleri hayal etmeye bile başlıyorum. Gazeteye isim seçmemizi istiyor bizden öğretmenimiz. Aklıma ilk gelen isim ; Cin Ali, oluyor. Beğenilmiyor. Israr ediyorum ben.
Cin Ali, benim kahramanım. Elektrik olmadığı o günlerde köyümüze gelen , jeneratörlü seyyar sinemacının adı. Beni çok seven, benden sinema parası almayan, ak saçlı, sevimli adam. Dedim ya ; kahramanım benim.
Sürekli ısrar ediyorum. Cin Ali, Cin Ali diye tempo tutuyorum. Çok kızdırıyorum İlhan Öğretmeni. Öyle ki sabrı taşıp, elindeki cetvelle bana vurmak zorunda kaldı, hem de başıma.
Çok canım yanmadı belki, üstelik haklıydı da ama çok dokundu bana. Annem yerine koyduğum, ilk defa şefkat gördüğüm o iyi insanın bana vurması çok ağrıma gitti. Masaya kapanıp dakikalarca ağladım.
O bir idealistti aslında. Severek öğretmen olmuştu. Milliyetçi ve Ülkücüydü. Aklındaki ismi verdi gazetemize : Bozkurt. Hiç sevmedim ben o ismi. Hiç şiir yazıp asmaya kalkmadım. Okumadım bile.
Haklı da olsa pişmanlık duymuş öğretmenim bana vurmak zorunda kaldığı için. Ertesi günden itibaren gönlümü almaya başladı. Daha içten davrandı bana. Okumayı daha çok sevdirdi.
En çok sevdiğim ilk öğretmenimden yediğim o dayak, tüm öğrenim hayatımda yediğim tek dayak olarak hafızama yerleşti.
Yarım bıraktığım tahsil hayatım adına önce babamdan sonra İlhan öğretmenim ve orta okulda tanıdığım Behice Yalkın öğretmenimden utandım hep. Yaşadıkça da onların haklarını ödemem mümkün olmayacak.
Fikret TEZAL