5
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1270
Okunma

20 Aralık / Gece
Evde herkes uyudu. Yazmaya ancak fırsat bulabildim.
--Bu adam niye şantiyede kalamıyor ? Bizimle kalması uygun mu sence? Çatı kattaki odada kalabilirdi, diye söylenip durdum, işçiyi en sevdğim odaya yerleştirdikten sonra. Bu oda origamilerimin mutfağıydı. Renk renk kağıtlar, irili ufaklı makaslar, kalem ve cetveller... Şehirden yeni getirttiğim model kitapları...Üstelik en güzel manzaranın olduğu pencere de buradaydı.
-- Hayatım, burayı misafir odası diye tanımlayan sendin, unutma. İşçi diye evin en ücra köşesinde mi yatıralım onu? Seslense duyamayız. Şantiyede elbette kalamaz. Çok yetersiz orası, kim bakacak, kim ilgilenecek zavallıyla? Kış kıyamet...Doktor haftada bir geliyor. Şimdilik ilkel metodlarla bağladık bacağını, ağrı kesici de var. Doktor gelene kadar inşallah fenalaşmaz.Bekçiyle karısı bakarlar ona merak etme. Sen malzemelerini salona taşı en iyisi.
Bana söyleyecek bir şey kalmamıştı. Kar hala aynı yoğunlukta yağıyor. Salonun penceresinden koyu karanlıkta gelin gibi süzülen kar tanelerine bakıyorum. Sizi çizeceğim. En güzellerinizi keşfedeceğim. Malzemelerimi salona taşıdım. Yemek masası yeni origami mutfağım. Zaten çok geniş olan mutfakta yiyoruz yemeği. Bu kat, salon, mutfak ve bir misafir odasından ibaret. Üst katta iki yatak odası, büyük bir banyo bulunmakta. Bir de çatı katı var; tek odalık bir yer. Bazen oraya çıkar otururum dakikalarca. Küçük penceresinden karşıdaki dağı ve yamaçlarındaki çamları seyrederim. Bu sonsuz yeşillik bana huzur verir. Onu bile unuturum o anlarda. Çok sürmez tekrar aklıma düşmesi, beni bir burgu gibi oyarak.
Acı...Asla yakamı bırakmayacaksın biliyorum. Sanki kar kalbime yağmakta lapa lapa. Sesini duyuyorum inlemesinin. Kalbim inliyor. Yok, bu inilti yan odadan geliyor. İşçiden. Ağrı kesicilerin etkisi geçmiş olmalı. Ne yapacağımı bilemiyorum. Kocamı uyandırsam mı? Yoksa bekçiyi mi çağırsam?
Yukarı kata çıkarken inlemeler neredeyse bağırmaya döndü. Kocamla apar topar aşağı indik. Hasta, boncuk boncuk terlemiş ateşler içinde kıvranıyor.
- Eyvah, korktuğum başımıza geldi. Bu zavallı iyi değil, doktor yarın gelecek. Ya bir de gelemezse, yollar çok kötü, burası da sapa!
Bekçiyi çağırdık. Üçümüz işçinin başında, sayıklamalarını dinliyoruz. Bekçiye bir leğen suyla bir bir havlu getirdim. Ateşini almaya çalışıyor. Kocam da ağrı kesicilerden içirdi. Ama işçi kendinde değil. Konuşuyor. Ama ne konuştığunu anlamıyoruz. Başka bir dilden.
- Hangi memleketten ki bu ? diye sordu bekçi.
Biz sesimizi çıkarmadık. Bir insan bilincini yitirdiğinde ne kadar korumasız, ne kadar çaresiz durumda oluyor. Fakat bu haliyle bir o kadar da kendisi olmuyor mu? Sonradan öğrendiklerinin hiçbiri ona ait değil. Beden yaşamak için savaşırken, bellek en ilkel haline dönüyor..Kelimeler de anadiline...Eğer bu dili bilseydik, kime çağırdığını bilebilecek miydik? Bir isim ünlüyor habire. Kalbime bir ok gibi girip parçalayan bir melodisi var bu ismin. Bir eş mi, bir sevgili mi, bir evlat mı? Kim?
Bu adama derin bir şefkat duyuyorum. Ona acıyorum. Karşımdaki bedenin acı içinde kıvranışı bana anneliğimi hatırlatıyor yine. Oturup ağlamak ağlamak istiyorum.
- Mühendis Bey, biz her ne varsa yaptık. Buna doktor gerek. Yarası çok ağır besbelli, dedi bekçi.
- Sen git yat, diyor Mühendis bey bana. Biz bekleriz başında. Sabah bir olsun bakalım. Hadi git yat.
Yatağıma oturup, defterimi çıkarıyorum. Gözlerim kupkuru. İşte yine sessizlik. İşçi tekrar uykuya dalmış olmalı. Uyumalıyım ben de...
....
devam edecek
f.a.