28
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2102
Okunma


Siz hiç birinin karakteri hakkında karar verirken yanıldınız mı? Hem de görmediğiniz, sadece şiirlerinden ve yazılarından tanımaya çalıştığınız biri hakkında? Ben yanıldım. Beni yanılgıya uğratan kişi Ayhan Sarıkaya idi. Nasıl yanılttı diye merak ettiniz değil mi? Durun, kısaca anlatayım…
Siteye yeni üye olduğum zamanlardı, 2-3 kişinin dışında kimseyi tanımıyordum henüz. Bir gün yazıları okurken, kendimi Ayhan Bey’in sayfasında, yazısını okurken buldum. İyi bir yazarın her konudan yazabilme özgürlüğünü unutup, kendi değer yargılarıma göre, yazdıkları ile ilgili Ayhan Bey’in karakterini belirlemiştim bile. O günden sonra da sayfasına gitmemeye dikkat ettim. Aradan zaman geçti ve nihayet ailemizin (Edebiyat defteri) Ankara’da toplantısı oldu. Ayhan Bey ve sevgili eşi Suzan’ı ilk orada gördüm. Ertesi gün, yine arkadaşlarla Gençlik Park’ında buluştuk. Ben Ayhan Bey’le konuştukça, ne kadar yanlış fikre kapıldığımı görüyor, şaşkınlıktan ve utanmaktan yerin dibine giriyordum sanki. Sonunda dayanamadım ve eşinin (dostumun) yanında kendisi için düşündüklerimi söyleyiverdim. Kırılmadı, gücenmedi. Büyük bir olgunlukla, espri konusu yaptı ve konu kapandı.
O günden sonra, sayfasını sık ziyaret eder oldum. Yazılarını daha bir dikkatli okuyordum. Bu sefer de, renkli kişiliğini, yazılarında ki karakterlerini, pazarda ki hallerini merak etmeye başladım. Her gün pazarda oldukları için, Suzan’ı da (hanım demiyorum. Çünkü sevdiğim dostlarıma hanım diye hitap etmeyi sevmem) başka türlü görme olanağım yoktu. Ve bir gün kararlaştırdık, hem dostlarımı ziyaret etmek, hem de merakımı gidermek için Batıkent’in yolunu tuttum…
Kararlaştırdığımız gibi, öğlen saat 12.00 de Batıkent metrosundaydım. Başında şapkası, elinde küçük tüpüyle beni karşılamaya gelmişti. Hâl hatır sorduktan sonra yavaş yavaş Suzan’ın yanına gitmek için yola koyulduk. Henüz daha metro merdivenlerinin başında, ŞAİRLİĞE VEDA yazısının bir karakteri, Sağır Ali ile karşılaştık. Merdivenin taşına bir kutunun içine tespihler, inciler, çakmaklar vs muntazam bir şekilde dizmiş karaborsadan satış yapmaya çalışıyordu. Ayhan Bey; “Bak bu arkadaşın kulakları duymaz, gözleri görmez ama” derken, kutunun içindeki incilere dokundu. Dokunmasıyla birlikte, Ali Bey hemen irkildi ve hiç hedef şaşırmadan incilerin üzerine elini koydu. Bu kadar his, pes doğrusu… Nihayet ilk karakter ile tanışmıştım bile.
Ayhan Bey ile metrodan aşağı doğru inecektik ki az ileride yine “ŞAİRLİĞE VEDA” yazısının kahramanı, şair amca ile karşılaştık.”Bak Sevgi Hanım gel seni tanıştırayım” dedi ve amcanın yanına gittik. “Hani yazımda vardı, şair amca. Zabıtalardan kaçırmıştım” Merakım giderek artıyordu. Hemen bir kitabını aldım, incelemeye başladım. Bu arada Ayhan Bey ile amca sohbete başladılar. Behzat Koca “UCUZ ÖLÜM” şiir kitabının adı. 1928 doğumlu, rahmetli babamın doğduğu yıl. Daha bir sıcak hissettim kendimi Behzat amcaya. Ayak ustü sohbet ettik, bize ezberinden şiirlerinden okudu. Kendini bildi bileli şiir yazmış, yaşı ilerlemiş ama içinde ki sanat aşkı, şiir sevdası hiç tükenmemiş. Ve şimdi torununun bastırmış olduğu, kendi emeklerini, zabıtalara yakalanma pahasına, kendi koşullarınca bizlerle paylaşmaya çıkarmış. Her şey Behzat amca’nın gönlünce olsun. Ayhan Bey yoldan geçen bir gence, hatıra resmimizi çektirdi. Ve sevimli şair amcamın yanından ayrıldık, yine Suzan’ın yanına, pazara doğru yürümeye başladık.
Tam köşeden dönmüştük ki, karşı kaldırımda, elinde bastonuyla, bir adam yürüyordu.
---Bak, dedi. Karşıda bastonuyla yürüyen adam da âmâ…
Hayretler içerisinde kalmıştım. Onca trafiğin, onca ağaçların, kaldırım taşlarının içinde Ayhan Bey söylemese, adamın âmâ olduğunu fark etmeyecektim bile. İşte o an, kendimin aslında “bakan bir kör” olduğumu düşündüm. Ayhan Bey anlatmaya devam ediyordu;
---Bir keresinde şapka almak için tezgâhıma geldi. Bana: “tenime uygun, tenime yakışan şapka istiyorum” dedi ve eliyle şapkaları incelemeye başlamıştı. Hayretler içerisinde kalmıştım.
Evet evet! Ayhan Bey’in dediği gibi ben de hayretler içerisindeydim. Kendi kendime düşündüm de, bu zamana kadar bakan bir körmüşüm aslında. Şimdi daha iyi anlamıştım. Âmâ adamın ardından bakarken, kendi kendimi sorguluyordum bir taraftan, bir taraftan da yaşamla ilgili gerçek dersler çıkarmaya çalışıyordum:
“ Bu kadar hayatla barışık olmak ne güzel… “diye düşüncelerime odaklandım.
Karşımızda parfümcü Ahmet vardı… O da, Ayhan Bey’in yazılarındaki kahramanlarındandı. Parfümcü bizi görünce gülümsedi:
---Ayhan ağabey, uğurlar olsun.Tezgah açmaya gelmeyecek misin?
-
Ayhan Bey:
--- Bugün gelmeyeceğim, misafirim var.
Hem yürüyor, hem de tatlı tatlı sohbet ediyorduk. Yürüdükçe, bana korsan satış yaptığı yerleri gösteriyordu.
---Şuraya birkaç kese, birkaç şapka, eldiven vs getirir, ufak tezgâh açarım, zaman zaman. Şuraya da sırtımı yaslarım (ağacın gölgesini göstererek) Bir keresinde; orta yaşlı her şeye meraklı bir vatandaş, yanımdan geçerken durdu ve benimle konuşmaya başladı:
“Bu hayat şartlarında iki şapka satmakla mı geçiniyorsun, imkânsız. Yoksa sen,şey misin ağabey?” dedi.Anlamıştım dilinin altındaki baklayı. Ben de;
---İmkânsız olduğunu biliyorsun ya, fazla gıdıklamaya gelmez, dedim.
“Ne yani siz şimdi sivil polis misiniz?”
--- Anladın artık. Açık açık mı söyleyeyim ne olduğumu “dedim ve adamcağız çekip gitti.
Diye güzel güzel anlatıyordu. Aradan biraz zaman geçince bizim Ayhan Bey, yarım kalan hikâyesine bu sefer gülerek devam etmeye başladı;
Yemek için bir salatalık (hıyar) çıkartır ve baş kısmını kesip, alnının ortasına yapıştırır, şapkasını başına geçirir. (Baş ağrısına iyi geliyormuş, bunu da öğrenmiş oldum) Tam o esnada, şu bizim orta yaşlı, meraklı vatandaşımız, Ayhan Bey’in yanından geçerken, alnına yapıştırdığı hıyarın sivri ucunu görür ve sorar:
“Şapkanızın altında ki ne? “
Ayhan Bey;
---Çaktırma, gizli kamera… der. Adamcağız, iyiden iyiye Ayhan Bey’in sivil polis olduğuna inanır ve hızlı hızlı uzaklaşır yanından. O esnada ben basıyorum kahkahayı…
Sonra şiirden, öyküden, makaleden, denemelerden bahsetmeye başlıyoruz. Bana kitap okuyup, okumadığımı soruyor. Siteye üye olduğumdan beri, fazla okumadığımı söylüyorum. “Olmaz” diyor, ”Okumalısın. Sana kitap getirdim, onu okuyup, özet çıkartacaksın.” Bana ödev de vermişti.
Sohbet ederek, pazara gelmiştik. Karşıdan Suzan’ın olduğu sergiyi görüp, müşteri gibi yanına gidiyorum. Beni görünce sarılıyoruz birbirimize. Bu kadar candan bir insan… Ayhan Bey hemen getirdiği küçük tüpe çay suyunu koyuyor, çay demlenene kadar Suzan’la, Ayhan Bey’le sohbetimize devam ediyoruz. “BUSE’NİN GÖZYAŞLARI” öyküsünü yazmaya ilham kaynağı olan Buse Hanım’ın sergi yerini gösteriyor. Bölümün hepsini okumadığım için, bana kısaca öyküyü anlatıyor. Çayımız da hazır bu arada, çaylarımızı ve böreklerimizi yerken, altmış yedilik İbrahim Amcayı, kendine eş arayan Kamber ağabeyi ve diğer pazarda sergi açanları tek tek incelemeye başlıyorum. Evet, hayatın zorlukları karşısında, ekmek paralarını alın teriyle, sonuna kadar hak ederek kazanıyorlardı. Ama bu pazarda bir şeyler vardı… Hayat vardı, canlılık vardı. Hayata pes etmek yoktu…
Bu arada Ayhan Bey’in kaleminin, neden bu kadar kuvvetli olduğunun sırrını da çözmüş oldum. Her ne kadar kendisi yazmasa da, en büyük yardımcısı, ilham perisi sevgili eşi Suzan… Gördüğüm kadarıyla, tezgâhın büyük bir yükü Suzan arkadaşımda. Ayhan Bey bu konuda çok şanslı. Derler ya; “Yuvayı dişi kuş yapar.” Suzan, atasözünün hakkını veriyor. Çiçek gibi üç çocuk büyütüp, iş hayatında da, eşinin yanında durmasını bilen biri. Dost canlısı, sevgi dolu.
Dört saatin nasıl geçtiğini anlayamamıştım. Gece memlekete gitmek için yola çıkacağımdan, müsaade isteyip ayrılacaktım ki, tam o esnada, Adam Fawer’in Empati isimli kitabını uzatmaz mı!!! 650 sayfa, bir haftada bitecek ve en az üç sayfa özet çıkarılacak… Haydi hayırlısı ))
Yanlarından ayrılırken, Ayhan Bey yine metroya kadar bana eşlik etti. O gün, çok güzel bir gün geçirmiştim. Hem sevdiğim dostlarımla birlikte olmuştum, hem de yazılarda ki karakterleri birer birer görmüştüm. Batıkent’ten ayrılırken mutluydum. Ve geçirdiğim bu özel günü sizlerle paylaşmak istedim…
Sevgilerimle…Sevgi SALMAN