18
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1391
Okunma

Zeynep Hanım, elindeki kovayı balkona bırakıp, çalan telefona koştu.
-Alo! Teyze ben Gülcan; nasılsın, neler yapıyorsun?
-Canım benim! Ne yapalım iyiyiz işte, iş güç; yarın pazar ya işlere akşamdan başladım. Temizliğe bir gün yetmiyor. Sen nasılsın?
-Yarın iş miş yok Teyze! Bizimle pikniğe geleceksin o kadar! Yeter o eve kapandığın, dışarı çık, dışarıda başka bir dünya var.
-İyi dersin, güzel dersin de enişten ne diyecek bakalım, O gezmeyi pek sevmez ki.
-O gelmesin! Sen gel yeter bize.
-Ben yine de Eniştenle konuşayım.
Telefon konuşması bitince, ahizeyi yerine koyarken düşünüyordu. Hayatında bir kez bile, eşi ve çocuklarıyla, ne bir pikniğe, ne de bir gezmeye gitmemişti. Hafta içi işe gider, pazar günleri temizlik yapardı. Evin dışındaki bir yaşamdan hiç haberi yoktu.
Kocası yine akşam yemeğine gelmemişti o gün. Çok zamanda gelmiyordu.
Çocukları evlenip yuvadan uçalı, akşam yemeklerini ve sabah kahvaltılarını yalnız yapıyordu. İlk zamanlar bu durum zor gelse de alışmaya başlamıştı. Başka çaresi de yok gibiydi.
Tek başına yemeğini yiyip, bulaşığı yıkadıktan sonra, eline örgüsünü alıp örmeye başlamıştı ki, kocası geldi. Kalkıp O’nun sofrasını hazırlarken, Gülcan’ın dediği piknik aklına gelmişti:
-Ali, bugün Gülcan aradı. Yarın pikniğe gideceklermiş, bizi de çağırıyorlar, gidelim mi?
-Ben bir yere gidemem; işim var!
Zeynep Hanım sustu. Daha fazla konuşup kavga etmek istemiyordu. ‘Aman sende, altı üstü bir piknik; gidilse ne olur, gidilmese ne olur… Üstünde durmaya değmez.’ Üstünde durmayıp, örgüsüne devam etmişti.
Ertesi gün sabahın erken saatinde, Gülcan arabasıyla kapının önünde durmuş, kornaya basıyordu. Zeynep Hanım, balkondan el sallayarak:
-Ben gelmeyeceğim siz gidin; benim işim var.
Arabadan inen Gülcan, koşar adım merdivenleri çıktı. Teyzesinin elinden tuttuğu gibi aşağıya indirip, arabaya binmesi için adeta zorlamıştı. Arabadakiler neşe içinde, yollarına devam edip, çam ağaçlarıyla kaplı piknik alanında durmuşlardı. Zeynep, büyükçe bir ağacın altına oturup, sırtını köküne dayayarak etrafı izlemeye başlamıştı.
İki kız kardeşi, eşleri, çocuklarıyla mutlu bir tablo oluşturuyorlardı. Hepsi cıvıl cıvıl gülüşüp eğleniyor, şakalar yapıyorlardı. Çaylar demlenip içilmiş, pideler yaptırılıp yenilmişti. Etraftaki güzellikler karşısında Zeynep Hanım’ın dili tutulacaktı. Yemyeşil çayırlar, irili ufaklı ağaçlar, ötüşen kuşlar, oradan oraya koşuşturan insanlarla, Cennetten bir bölüm gibiydi.
İçinden derin bir ‘Ah!’ çekip, ‘Şu güzelliğe bakın, insanlara bakın, çoluk çocuk ne güzel eğleniyorlar. Ben neden böyle olamadım? Ben de eksik olan nedir?’ Geçip giden yıllarını sorgulamaya başlamıştı. Kardeşinin sesiyle kendine geldi:
-Hey! Abla nereye gittin?
-Buradayım; nereye gidebilirim ki?
Aslında öyle çok uzaklara gitmişti ki, kimseler bilmiyordu nereye gittiğini. Gördüğü bu güzellikler karşısında, geçip giden yıllarına bir kez daha ‘Ah!’ çekti. Güzel bir gün çabuk bitmiş, akşam olmuş, evlerine gelmişlerdi. Ne olduysa, kocası bugün evdeydi. Zeynep buna çok şaşırmış, ‘hayret! Ne olduysa, akşam yemeğini benimle yiyecek…’
Dolaptan taze fasulyeleri çıkararak, divana oturup temizlemeye başlamıştı. Kocası ise, her zamanki gibi, televizyonun kumandasını eline alıp, durmadan kanal değiştiriyordu. Zeynep Hanım bugün geçirdiği günü düşünmeye, geçmişini ve geleceğini irdelemeye başlamıştı. Karşısında oturan adamla, otuz yıldır evliydi. Hayatında, iyi ya da kötü, hiçbir paylaşımları olmamış, hoş bir sohbetleri olmamış, hastalandığında doktora götürmemiş, eve hiçbir ihtiyaç malzemesi almamış, kirayı bir kez bile ödememişti. Küçük bir çocuktan farkı yoktu adamın.
‘Peki, ben bu adamla neden evliyim? Benim hangi işime yarıyor? Hangi yaramı sarıyor? Ben bu adamın annesi miyim? Daha ne kadar bakacağım bu çocuktan farksız adama? Bu adamdan nasıl kurtulurum? Öldürmeliyim! Öldürmeliyim! Başka çözüm yok! Bu adamdan başka türlü kurtulamam!’ Fasulyeleri hızlı hızlı kesmeye başlamış, sanki kocasını doğruyor gibi hissetmeye başlamıştı. Ağır ağır oturduğu divandan kalktı, kocasına doğru yürümeye başladı. Bir an önce delik deşik edip, öldürüp kurtulmak istiyordu.
İçinden bir ses, ‘dur’ diye bağırdı. ‘Değmez! Bu adam için katil olmaya değmez. Elini kana bulama. Bundan sonraki hayatını da mahvetme.’ Öteki ses, ‘Öldür! Başka türlü kurtulamazsın, öldür!’ diye bağırıyordu. İkilem arasında kalmış, elinde bıçak, kocasına bakıyordu. Durup düşündü ve:
-Ali! Ben artık ne seni, ne bu evliliği istemiyorum! Canını seviyorsan git bu evden. Git!
Adam şaşkındı. Durup karısının gözlerine bakınca, korkunç gerçekle karşılaşmıştı. O’nu hiç bu kadar kararlı görmemişti. Gözlerinde nefret vardı. Kararlılık vardı. Cesaret vardı. Şaşırdı adam birden, ‘bu kadın bu cesareti nerden aldı, içki içmiş olmasın? Ama karısı bunca sene ağzına içkinin damlasını koymamıştı. ‘Yo yo içki falan içmemiş, bu kadın delirmiş. Delirmiş olmalı.’
Zeynep Hanım fasulyeleri doğradığı bıçak elinde, kocasına doğru yürüyüp:
-Gidiyor musun; öldüreyim mi?
Adam ya gidecek, ya ölecekti. Çaresiz bir süre bocaladı. Sonra kapıya yönelip ağır adımlarla kapıdan çıkarken ardına dönüp son kez baktı:
-Ben mutluyum. Gitmek istemiyorum.
Zeynep Hanım, delirmek üzereydi. Nefesi kesilmişti adeta. Bağırdı:
-Mutlu olan sensin; ben değil!
Adam çaresiz, ağır ağır merdivenleri inerken, karısı kapıyı arkasından hışımla kapattı. Ev dar geliyordu. Balkona çıkıp hava almak istedi. Boğulmak üzere olduğunu hissediyordu. Tam o sırada havai fişekler art arda patlamaya başlamıştı.
-Oh be! Dünya varmış. Benim özgürlüğümü duymuş olmalılar ki, havai fişeklerle kutluyorlar.
Aslında kimse O’nun özgürlüğünü falan duymamıştı. Belediye hıdrellez eğlencesi düzenlemişti kent meydanında. Her zaman hiçbir şeyden haberi olmayan Zeynep’in, bu eğlenceden de haberi yoktu.
Emine/ Manisa/03/05/ 2010