39
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2731
Okunma


Mutfaktan “Anne, anne” diye çığlık çığlığa bağırtıyı duyduğumda, elimde tuttuğum bardak yere düşmüş, koşarak banyoya kızımın sesinin olduğu yere gitmiş, korku ile bakan gözlerini gördüğümde ne yapacağımı şaşırmıştım. Ne olmuştu da böylesine ağlıyor ve korku ile olduğu yerden kımıldamıyordu anlayamıyorum. Daha birkaç dakika önce yanımdaydı ve tuvalet ihtiyacını karşılamak için banyoya gitmiş, ben de, onun rahatsızlığından dolayı toparlayamadığım masayı toparlamaya koyulmuştum. .
On yaşındaki kızım üç gündür hastaydı ve doktora gitmemize rağmen hastalığı bir türlü geçmek bilmiyordu. Verdiği ilaçlar, evde hazırlamış olduğum doğal ağrı ve ishal kesiciler ne ateşini düşürmüş, ne de ishalini kesmişti. Üç gündür gözümün önünde adeta eriyor ve bu eriyişine mani olamıyor, çektiği acıları gördükçe içim acıyor, kalbim sızlıyordu. Doktorlar bu durumun en fazla beş gün süreceğini söylemişlerdi. Ve biz o beş günü bekliyorduk. Üçüncü günün akşamı sanki biraz ateşi düşmüş gibiydi ve yapmış olduğum ishal kesici yiyeceklerden yiyebilmişti ve bu gelişme mutlu etmişti bizi. Lavaboya gitmeden birkaç dakika önce ölçmüştüm ateşini ve otuz sekize düşmüştü. O zaman neden çığlık çığlığaydı anlayamamıştım.
Dehşetle açılmış gözlerini gözlerine dikmiş, yağmur gibi akan yaşları ile bana bakıyor ve
“ Anne, ben ölecek miyim? “ diye soruyordu. Bu nasıl bir soru idi? Neden bunu soruyordu anlayamamıştım. “ Ne diyorsun sen? Ne oldu, neden öyle söylüyorsun? Diye soruları ard arda soruvermiştim. “Anne ben öleceğim biliyorum. Bak peçeteye ne var? Kanser mi oldum şimdi? Diyerek ağlıyordu. Elinde tuttuğu peçetede gördüğüm beni de korkutmuştu ama ona korkumu hiç belli etmemem gerekiyordu ve ben de öyle yaptım. Elinden peçeteyi alıp, sakin bir şekilde kızımı banyodan çıkartıp, üstüne mantonu alıp, birkaç dakika içinde, dış kapıya çıkmıştık.
Hastaneye gitmemiz gerekiyordu ama eşim de evde yoktu ve araba da ondaydı. Bir yandan telefon ile ona ulaşmaya çalışıyor, bir taraftan da, taksi durağını arıyordum ama hiç birine de ulaşamıyordum. Hastane il dışındaydı ve oraya yalnızca araba ile gidiliyordu ve saat gece yirmi üçü geçmişti. Alt kat komşumun kapısını çaldım ve bizi hastaneye götürmesini söyledim. Onlar da korkmuş, hemen bizi hastaneye götürmek için aşağı inmişlerdi. Biz arabaya biner binmez eşim mesajımı almış ve eve gelmişti. Komşuma teşekkür edip eşimin olduğu arabaya yöneldik. Eşim bizi telaş içinde görünce şaşkınlığını gizleyememişti. Kızım, babasını görünce yüzüne bakıp, “ Baba, ben ölecek miyim? “ diye soruvermişti. Eşim, durumun vahametini anlamıştı ve yirmi dakika içinde acil servise ulaşmıştık.
Doktorlar, iki gece öncesinden ne olduğunu bildikleri için, bizi görür görmez hemen tedaviye almışlardı. Ben tüm gücümü koruyor, kızıma hiçbir şey belli etmemek için çabalıyordum. “ Ne olmuş bakalım küçük hanıma” diye soruyordu doktor. “ Doktor abi ben ölecek miyim? “ diye tekrar soruyordu kızım. Artık bu sorular karşısında dayanacak gücüm kalmamıştı. Ağlamak, avazım çıktığı kadar bağırmak istiyordum ama yapamıyordum. “ Olur mu küçük hanım. Şimdi tahlillerini yapacağız. Sonra ilaçlarını içecek ve iyileşeceksin. Sen çok güçlü bir çocuksun. Bu kadarcık rahatsızlıktan hemen ölür müsün? Bir daha duymayayım bu soruyu. “ diyordu doktor. Tahliller, filmler derken uzun bir süre geçmişti ve sonuç çıktığında biraz rahatlamıştık. Kızım, ilaçların etkisi ile sabaha karşı uykuya dalabilmişti. O geceyi hastanede geçirdik ve öğleye doğru eve geldik. Uykusuz ve korku içinde geçen dört gecenin sonunda tüm bünyemiz alt üst olmuştu. Akşamdan beri tuttuğum gözyaşlarım kendiliğinden akıyor, hıçkırıklar boğazıma düğümleniyor, yüreğimdeki acı gözyaşları ile birlikte dışarı akıyordu artık.
Kızımın, dört gündür “ imdat, beni kurtarın, ölmek istemiyorum” diye söyleyen bakışları, yerini “teşekkür ederim anneciğim, şimdi iyiyim” diyen bakışlara bırakıyordu. On gün hiç birimiz doğru dürüst uyumamıştık. Bedenimdeki yorgunluk, gün geçtikçe ayakta durmama mani oluyordu. Migren hastası idim. Stres, korku ve yorgunluk migren ağrılarımı tetiklemiş, gün ışığında gözlerimi açmama engel oluyordu. Kızım, bakışlarımdan ve konuşmamdan anlıyordu ne kadar şiddetli ağrı çektiğimi. Daha önce şahit olmuştu, migren ağrısına yakalandığımda ne halde olduğuma. Beni daha fazla üzmemek için “ benim yüzümden oldu biliyorum” diyordu sessizce. Çok hassas bir çocuktu ve bu hassasiyeti onun küçük bir olay karşısında direncini yitirmesine neden oluyordu. Onun düşüncelerini okuyabildiğim için, hiçbir şey yokmuş gibi davranmaya çalışıyordum ağrılarım izin verdiği müddetçe.
Kızım toparlanmış, kendine gelmiş, okulun yolunu tutmuştu. Yaşadığı olumsuzlukları geride bırakmış, derslerine dört elle sarılmıştı. Okuldan eve geldiğinde, sevgi dolu gözleri ile bakıp, sıcacık kollarını boynuma dolayıp “ seni seviyorum anneciğim, iyi ki benim annemsin ve iyi ki varsın” diyerek, defalarca öpücüklerini yanağıma kondurması, bedenimdeki tüm ağrıların bir anda yok olmasını sağlıyordu o an için.
Yaşadığımız uzun süreli mücadeleyi kızım kazanmış, bizleri de çok mutlu etmişti. Kızımın iyileşmesinden dolayı mutluydum ama bu defa da ben rahatsızlanmıştım. Benim rahatsız olmam hiç önemli değildi. Kızım her şeyden değerli idi benim için. O ağrı çekerken ve imdat isteyen bakışları ile yüzüme bakarken, ben gerçek anlamda ölüp ölüp dirilmiş, hiç bir şey yapamamanın çaresizliği içinde büyük acılar çekmiştim. Şimdi çektiğim ağrılar, o ağrıların yanında hiç gibi geliyordu ve onun için önemsemiyordum.
Ben anneydim. Onun tüm acılarını ve ağrılarını elimden gelse kendi bedenime alıp, ona hiç acı çektirmeyecektim. Kızım “ ben ölecek miyim anne? “ diye sorduğunda, “ ben senin yerine giderim” diyebilecek kadar çok seviyordum evladımı.
Evladını kaybetme duygusunu daha önce, çok acı bir şekilde üç defa yaşamıştım. Birincisi oğlumun trafik kazası geçirdiğini duyduğumda, ikincisi, ikiz bebeklerimi kaybettiğimde, üçüncüsü de kızımın doğum anında ölüm ile burun buruna geldiğinde. Şimdi dördüncüsünü yaşıyordum ve bu duygu, nefes alıp vermeme bile mani oluyordu artık. Ağrılarımı ve bitkinliğimi unutup kalkmalı, her şekilde evlatlarım için hayata sıkı sıkıya sarılmalı, “ben seni yeneceğim, siz beni değil” demeliydim ve öyle de yaptım. Ağrılarıma meydan okuyup, kalkamayacak durumda olmama rağmen, kalkıp yürüdüm ve sonunda onlar beni değil, ben onları yenmeyi başardım kızımın ve oğlumun varlığı, gösterdikleri sevgi sayesinde.
Sevgi denen duygunun, dünyada yenemeyeceği hiçbir şeyin olmadığını bir kez daha kanıtladık galiba kendimize.
Hastalıklardan uzak sevgi ve umut dolu yarınların sizlerle olması dileği ile sevgiler getirdim yüreğimden yüreğinize.
Türkan DİNÇER
Resim: Sıla DİNÇER (KIZIM)