6
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
962
Okunma

Zil çaldı. Bir okul haftası daha bitmişti. Bütün sınıf neşe ve telaş içinde eşyalarını toplamaya başladı. Herkes birbiriyle şakalaşıyor, hafta sonu için program yapıyordu.
Can, sohbetlerin hiç birine katılmadan ağır ağır eşyalarını toplamaya başladı. Zaten kimse onun hafta sonu ne yapacağı ile ilgilenmiyordu. Soran da yoktu. “ Gel “ diyen de. Son iki yıldır oldukça uzaklaşmıştı arkadaşlarından. Kendi kabuğuna çekilmişti.
Çantasını sırtına astı, yorgun adımlarla sınıftan çıktı. Evine giden yokuşu tırmanmaya başladı. Ayakları geri geri gidiyor, canı eve gitmek istemiyordu. Biraz oyalanmayı düşündü. Geç kaldığında annesinin nasıl kızdığı, bağırdığı geldi aklına, vazgeçti. Son iki yılda tanınmaz hale gelmişti annesi. Ne kadar güzel olduğunu hatırlıyordu. İpek gibi saçları, mis kokulu teni, her zaman gülerek bakan gözleri ile harika bir kadındı. Nasıl da tapardı annesine o yıllarda. Hiç kızmaz, hiç bağırmazdı. Karşısına oturturdu Can’ı ve sakin sesi ile yanlışını anlatırdı. Sonra da sarılır, kocaman bir öpücük kondururdu yanağına. “ Artık büyüdüm, öpme beni “ diye kızardı. “ Keşke kızmasaydım daha çok öpseydi” diye geçirdi içinden.
Apartmana girdi. Zeminde hazır bekleyen asansöre bindi. Altıncı katın düğmesine bastı. Asansör dördüncü kata henüz gelmişti ki babasının gürleyen sesini duydu. Ardından annesinin çığlığını duydu. Yine kavga ediyorlar, babası yine dövüyordu annesini. Hemen stop düğmesine bastı. Ve bindiği kata geri döndü.
Apartmandan çıkıp karşıdaki parka gitti. Boş bulduğu banka oturdu. Cebinden ağız mızıkasını çıkarttı. En sevdiği şarkıyı çalmaya başladı.
…/…
Her şey iki yıl önce başlamıştı. Çok güzel, rahat bir hayatları vardı. Annesi ve babası birbirini seven bir çiftti. Herkes gıpta ile bakıyordu aileye. Derken babası geç gelmeye başladı. Her geçen gece biraz daha geç ve alkollü geliyordu. Bazen hiç gelmediği de oluyordu. Annesi ne zaman “ Neredeydin? “ diye sorsa kavga ediyorlardı. Maddi durumları da bozulmuştu. Gerçi annesi bir şey belli etmemeye çalışıyordu ama Can harçlığının azalmasından ve sofraya konan yemeklerin değişmesinden anlıyordu. Artık o kocaman bonfileler, köfteler, pirzolalar yoktu sofralarında. Makarna yiyorlardı çoğu gece. Sabah kahvaltılarından bal, süt, yumurta kalkmıştı. Küçük bir tabağın içinde el kadar bir peynir- o da kireç gibiydi- kurumuş birkaç zeytinle karnını doyurmaya çalışıyordu.
Bir gece, annesi örgüsünü örüyor o da derslerini yapıyordu. Telefon çaldı. Kısa bir konuşmadan sonra annesi ağlamaya başladı. Ne olduğunu sorduğunda “ Sen odana git “ dedi. Can odasına girmişti ki, kapı açıldı ve babası geldi. “ Ahlaksız adam, kimlerleydin bu saate kadar? “ diye bağırdığını duydu annesinin. Hemen ardından bir tokat sesi geldi. Telaşla odasından çıkıp salona geldiğinde annesinin yerde, kanlar içinde olduğunu gördü. Babası her zamanki gibi sarhoştu ve ayakta zor duruyordu. Deli gibi annesinin yanına koştu “ Anne, iyi misin? “ diye sorarken ağlamaya başladı.
Babasının attığı tokatın şiddeti ile savrulan annesi başını duvara çarpmış, hem başı hem de patlayan dudağı kan içinde kalmıştı. Annesi son bir gayretle “ Yok bir şey, iyiyim. Sen odana git “ dedi.
Can başını kaldırıp babasına baktı, nefretle. Bakışını yakalayan babası “ Defol git odana yoksa şimdi sen de dayak yiyeceksin “ diye gürledi.
Can, çaresiz, odasına gitti. Kapıyı arkasından kapattı. Ve bir daha, hiçbir gece, babası geldikten sonra açmadı.
Sonra ki bağrışmalarından anladığı kadarı ile babasının hayatında başka bir kadın vardı. Ve bütün parasını o kadın için harcıyordu. Artık onlara verecek parası kalmamış, iflas etmişti.
O geceden sonra babası, daha seyrek gelmeye başladı, eve. Her geldiğinde annesini dövüyor, olmadık hakaretler ediyordu. Dayak; tokat sınırını aşmış, tekmeye hatta oklava ile vurmaya kadar ilerlemişti. Annesinin yüzü, gözü, vücudu sürekli yaralar, morluklar içindeydi. Kapı dışarı çıkmaz olmuştu. Gittikçe şişmanlamış, gözlerinin altında torbalar oluşmuştu, uykusuzluktan.
Babası, en son eve geldiğinde öyle bir dövmüştü ki, kadıncağız uzun süre topallayarak yürümüştü evin içinde.
Bu arada Can’ın dersleri gittikçe kötüleşmiş ve lise birinci sınıfta yıl kaybına sebep olmuştu. Öğretmenleri sürekli kendisi ile konuşmaya çalışıyorlardı. Ama tamamen içine kapanan Can’ın ağzından tek bir kelime alamıyorlardı.
…/…
Hava kararmaya başlamıştı. Güneş çekilince de baya soğumuştu. Üşüdüğünü fark etti. “Artık babam da gitmiştir nasılsa” diye düşünerek eve gitmeye karar verdi. Mızıkasını cebine koydu. Çantasını yerden alıp, omzuna astı. Ellerini ceplerine sokup parktan çıktı. Karşıya geçti. Apartmana girdi.
Asansörle altıncı kata çıktı. Evden ses gelmiyordu. Kapıyı çaldı. Bir daha. Açılmadığını görünce anahtarı ile açtı. Evde derin bir sessizlik hakimdi. Her taraf karanlıktı. Salona doğru ilerledi.
Eşyaların çoğu devrilmişti. Karanlığa gözleri alıştıkça daha net seçebiliyordu ortalığın halini.
Annesini gördü. Saçı başı darmadağınık olmuş, elbisesi yırtılmıştı. Yere diz çökmüş, sabit gözlerle bir yere bakıyordu. Elleri titreyerek elektrik düğmesine bastı. Gördüğü manzara karşısında dondu kaldı. Annesinin yüzü-gözü, üstü-başı kan içindeydi. “ Anne?” diye seslenerek ilerledi. O sırada babasını gördü. Kan gölünün içinde yatıyordu. Annesinin elinde ki bıçağı o anda fark etti.
Yaklaştı…
“ Anne?”
Annesini başını kaldırdı. Boş gözlerle ona baktı:
“ Sen kimsin?”….
Not : bu öykü tamamen kurgudur. Yaşayan çocuklar olduğu inancıyla…
Eser Akpınar
İzmir
06.03.2010