11
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2147
Okunma

Geçmişin üzerine bir çizgi çekmek; sil baştan bir hayata başlamak…Bunu gerçekten başarabilir miyim?
Hayatımın bu noktasında, yazgımın ezberini bozmak için aldığım beyhude kararlarla dalga geçiyorum. Geride bıraktığım onca keşkeler, hayal kırıklıkları, göz yaşları….Bütün bunları yok sayabilir miyim, unutabilir miyim?
Kendilerine yepyeni bir sayfa açabilen insanlara gıpta etmişimdir hep. Belki ben de başarabilirim umuduyla, bir yolculuk hayal ettim. Çocukluğumdan beri, filmlerden özenip de, bir türlü gerçekleştiremediğim tren yolculuğunun tam sırası…
En uzak kente, en yavaş giden trene bineceğim.
Gidiş dönüş bileti alıyorum. A. şehrine inince birkaç saat mola verip geri döneceğim.
Küçük bir hazırlıktan sonra; bomboş kalbimle, yorgun ruhumu da yanıma alarak biniyorum hayallerimin trenine.
Akşam 6:00 suları…Bütün gece çuf çuf sesleriyle, hayallere dalıp, pencereden görebildiğim karaltıları seyredeceğim. Eğer fırsat bulursam, yirminci sayfadan henüz bir satır bile ilerleyemediğim Agatha Christie’nin bol cinayetli romanını okuyacağım. Sabah bilmediğim bir şehirde inip, etrafı turlayacağım. Sonra da, geldiğim yolları bir de gündüz geçerek çift görüşlü izlenimlerle evime döneceğim.
Heyecanlı, sürükleyici polisiye romanını açtım, koltuğuma iyice yerleştim. Oturduğum kompartıman dört kişilik, ama şu an yalnızım. Tren beş dakika sonra kalkacak. Pencereden istasyondaki koşuşturmaları seyrediyorum. Hava karardı çoktan. Kışın ortasındayız, belki yollarda kar bile yağar..
Nihayet yol arkadaşlarımdan ikisi göründü: bir çift, evli olmalılar. Soğuk bir tebessümle bakıyor kadın. Ben de..Kimseyle muhabbete niyetim yok… Bunu iyice belli etmek için pencereye dönüp etrafı kolaçan ediyorum.
Tren ayrılık düdüğünü çalarak kalktı. İçimden ince bir heyecan duygusu geldi geçti. Mutluyum...Birden mutluyum, dedim. Nedensiz… Sanki, geçmişi, şu kara trenin dumanlarıyla birlikte savurup atacağım.
Gece…Romanın aynı sayfasındayım. Penceremdeki karanlıkta, başka bir alemin koynunda, yarı uykudayım. Yol arkadaşlarımdan erkek olanın horlamasıyla ayıldım. Tanrım bu nasıl bir horlama…Yolculuğumun tüm romantikliği, karanlığın hülyalı gölgeleri uçup gitti. Kurtulmalıyım bu cefadan. Kitabımı ve hırkamı alıp kalktım.
Trenin kafesini buldum. Benim gibi uyuyamayan birkaç kişi oturmuş çay, kahve içiyordu. Pencere kenarında boş bir masa işte…Ne güzel, ferah bir yer! Bir kahve alıp oturdum. Keyfim yerine geldi.
Katil, son kurbanını sıkıştırmıştı bir otel odasında! Hızla çeviriyorum sayfaları. Ancak üzerime dikilen bir çift gözle ürperiyorum. Katili, elindeki bıçakla bırakıp gözlerimi kaldırıyorum.
Kimsin sen? Bana niye öyle bakıyorsun?
Üstünde, düğmeleri sımsıkı kapatılmış eski moda bir pardösü var. Elinde bir gazete…Ben bakınca kaçırdı gözlerini. Sonra, bir kovalamaca başladı aramızda. O bakınca ben kaçıyorum; ben bakınca o…Uzun süre inceledik birbirimizi. Artık bakmasam, diyorum. Katilin peşine düşsem iyi olacak. Fakat olmuyor. Bir sihir var beni ona bakmaya zorlayan.
Dudaklarında üzgün bir tebessüm sandığım kıvrım, bir saniye sonra neşeye dönüşüyor. Bu adam, üzgün mü, neşeli mi? Şakaklarındaki kır saçlarıyla yaşlı; çocuksu bakışlarıyla genç…Gözlerini kaçırırken utangaç, her hücremi didik didik inceleyecek kadar da cesur…Onu tanıyormuşum gibi… Bu düşünce aklıma nereden geldi? Gördüğüm en yabancı kişi o. Bu dünyaya ait bile değil... Sait Faik’ in öykülerinden çıkmış olmalı… Ah evet! Onu kesinlikle bir tasvirden tanıyorum.
Yazgım, bana yeni bir harita çiziyormuş meğer. Aldığım nafile kararlar, yapayalnız bir tren yolculuğu planları, elimdeki polisiye roman, kompartımanımda horlayan adam, göz yaşlarım, pişmanlıklarım…Bunların hepsi, onu tanımak, onunla karşılaşmak içinmiş.
İlk o, konuştu benimle. Bir istasyonda durunca, ben beklemediğim bu devinimle irkildim. O, endişeli gözlerle:
--Burada mı ineceksiniz? diye sordu.
--Hayır, son durakta ineceğim, dedim. Ya siz?
--Ben de, dedi.
Donuk ışıklarıyla kendini gösteren sabaha kadar konuştuk. Kış güneşi, puslu gök yüzünü aralayıp süzülüyorken pencerelerden, sustuk. O an’a dek ne konuştuk, nelerden söz ettik, bilmiyorum. Sayısız çay ve kahve içtik. Sanki aldığımız her çay ve kahve, bizi birbirimize bağlayan, konuşmalarımızı meşru kılan bir sebepti…Etrafımızda olup bitenler flu bir camın arkasında kalmıştı. Biz vardık sadece…Bir trende değildik de bulutların üzerindeydik sanki.
Son durak… O, acele kalktı;
--Gitmeliyim hemen, çok acil bir işim var, dedi, titreyen bir sesle.
Sonra, ani bir hareketle, cebinden bir not defteri çıkardı;
--Bana telefonunu yazar mısın? dedi
Yazdım. Ben de ondan istedim. Ama o, telefon kullanmadığını söyledi.
--Seni mutlaka arayacağım, beni bekle! dedi ve hızlı adımlarla uzaklaştı.
Gitti…
Birden arkasından koştum. Adını öğrenmeliyim! Adın ne?
Fakat o, çoktan gözden kaybolmuştu. Bir süre koştum …yok…
Trenimin dönüş saatine kadar bilmediğim bu şehirde dolaştım durdum. İçimde bir sevinç…
Kalbim dopdolu…
Seni bekleyeceğim. Adım gibi biliyorum ki beni arayacaksın!