5
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
4014
Okunma

Birkaç gün önce bir amacım vardı. Ahmet Ümit’in Bab-ı Esrar isimli kitabını bitirecek, düşüncelerimi, aklıma takılanları yazıya döküp paylaşacaktım. Hatta yazacaklarımın şablonunu hazırlamıştım bile, aklımda. Öyle ki, bir şeyleri kaçırmamak, unutmamak adına, “ Acaba yazmaya başlasam mı? “ diye düşünmüş sonra vazgeçmiştim.
Aşk kitabını okumuştum, daha önce. Mevlana ve Şems’in birbirlerini bulmaları. Şems, yazarın anlattığı karakteri ile, içimde nedenini bilmediğim bir tedirginlik uyandırmıştı. Tedirginlik, sanırım yanlış kelime oldu, çok daha farklı bir şey. İçe sinmemek gibi. Hani aklınızın bir yanı “ Evet “ derken diğer yanı “ Hayır “ der? İşte, öyle bir durum.
Sonra bir arkadaşımla Aşk kitabını tartışırken, bana “ Bab-ı Esrar’ ı okudun mu? “ dedi. “ Hayır “ dedim. “ Oku. O zaman diğer kitabın ne kadar yüzeysel olduğunu anlayacaksın “ dedi.
Kitap, daha çok, Şems üstüne kurgulanmış. Anlatımı kolaylaştırmak için, yine bir yan karakter var. Kimya Karen Greenwood. Bir sigorta şirketinin elemanı. Annesi Amerikalı, Suzan. Babası, Poyraz. Babası bebekken, Konya’da, bir dergahın kapısına bırakılmış, sepet içinde. O dergahta büyümüş. Sonra, bir tesadüf, Suzan’la tanışmış, aşık olmuş ve onunla Amerika’ya gitmiş. Bir zaman sonra da kızını ve karısını bırakarak gitmiş. Nerede olduğunu kimse bilmiyor. Karen, babasını hiç affetmemiş. Hatta o’na karşı öfke dolu, kendilerini terk ettiği için.
Karen, diğer ismi ile Kimya, bir otel yangınını araştırmak üzere, Konya’ya geliyor. Böylece olaylar zinciri başlıyor.
Ve Şems, devreye giriyor.
Karen, rüya ile gerçek karışımı bir şekilde Şems ile tanışıyor. Şems, o’na, kendisini ölüme götüren olayları, insanları, insanların ruh durumlarını, düşüncelerini ve ölümünü anlatıyor. Hatta Karen, Şems’in bedeninden, olayları yaşıyor.
Bu, işin rüya kısmı.
Gerçek kısmında ise, babasının üyesi olduğu dergahın müritlerinden ve babasını çok iyi tanıyan İzzet Efendi ile tanışıyor. İzzet Efendi, Karen’a, anlamakta ve kabullenmekte zorlandığı, Mevlevi felsefesini, düşünce ve inancını anlatmaya çalışıyor.
“ Hazreti Muhammed, bir hadisi şerifinde şöyle buyurmuştu: “ Ölmeden önce ölünüz. “
Bu sözler, Allah’ın gerçek sevgilileri nasıl olmalıdır, onu anlatır. Manası şudur: Bu görünür dünyaya dair ne varsa hepsinden vazgeçin. Ama sadece maldan, mülkten, sevdiklerinizden, sevinçten ve mutluluktan değil, aynı zamanda acıdan, kederden, yastan ve üzüntüden de vazgeçin.”
Ve devam eder: “Allah, Hazreti Adem’in burnuna yaşam nefesi verirken, kendi ruhundan bir parçayı da onun canına katmıştı. Allah, içimizdedir. Ama nefsimizin istekleri bizi yanlış yola sürükler, yemeye, uykuya, şehvete duyduğumuz açlık, kabaran benliğimiz o kutsal parçayı ruhumuzun en derin kuyusuna iter ki, çoğu insan içindeki bu cevherin farkına varmaz. İşte bu parçayı fark ederek aramaya başlayan kişiye aşık deriz. Aramanın kendisine de aşk. Yani aslolan aramaktır. Lakin arayış tek başına olmaz; bize bir öğretmen, bir mürşit başka bir deyişle maşuk gerekir. Çünkü kimse o kıldan ince, kılıştan keskin, o sevda köprüsünden tek başına geçemez. Ama bir kez geçti mi artık maşuka ihtiyaç kalmaz. Aşık da, maşuk da, seven de sevilen de sadece o kişi olur. Tıpkı Cenabı Hak gibi. “
Kitap, bu söyleşilerle ve Şems ile akıp gidiyor. Şems’in karakteri, her iki kitapta da, benzer özelliklerle anlatılmış. İçe sinmeyen bir şekilde. Ne var ki, bu kez Karen da aynı bakış açısı ile yaklaşıyor, Şems’e.
Şems’in açıklaması: “ Gönül gözün kapalı olduğu için, aklın sınırları dışına çıkamıyorsun. Gerçek aşkın ne olduğunu bilmediğin için, fedakarlığın da ne demek olduğunu bilmiyorsun. Sen gerçek aşkı tanımadın ki, beni yargılayabilesin. Sen hiç elini ateşe sokmadın ki, aşk yangınının insan yüreğini nasıl sönmez bir çerağa çevirdiğini bilesin. Sen, sevgilin için ölmedin, öldürmedin ki, beni anlayabilesin. “
İşte size tüm bunları yazmayı planlamıştım. Sonra, fark ettim ki, 50 yaşıma kadar, Şems hayatımda yoktu. Şems’e ait hiçbir bilgiye sahip değildim. Peki, ne eksikti hayatımda? Bu bilgi eksikliği, bende ne gibi olumsuzluklara sebep olmuştu? Şimdi bir şeyler öğrendiğime göre, değişen neydi? Bir anda, içimde, derin bir boşluk oluştu. Her şey, anlamsız ve saçma göründü gözüme. Oku, irdele, farkında ol, akıl ve yürek dağarcığını geliştir. Ne için? Tabi ki kendim için. Başkası ya da başkaları için yapıyorsam, zaten anlamını baştan yitirmiş olur. Ama insan, bir şeyler için çaba sarf ediyorsa. Emek veriyor, zamanını o bilgiye, donanıma sahip olmak için harcıyorsa. Edindikleri ile yetinmeyip, “ Daha çok okumalıyım, öğrenmeliyim “ diye didiniyorsa. Bunun bir anlamı, bir değeri olması lazım. Peki, ben, bu kadar birikimi, donanımı nerede, kime, kim için kullanacağım? “ Bir gün, yeri gelir, öyle bir yerde gerekir ki...” ya da “ Sen, okuduğundan Hiçbir şey anlamış, alamamışsın” diyebilirsiniz. Haklı da olabilirsiniz. Ama bu haklılık, benim içimde oluşan boşluğu doldurmuyor. Belki de bu duruma sebep, şu birkaç gün içinde yaşadığım, hissettiğim “Hiçlik” duygusu olabilir, bilemiyorum. Hayatımın çok büyük bir bölümüne, o bölümü paylaştığım kişi tarafından, hiç yaşanmamış gibi değer biçilmesi, hatta biçilmemesi, yok sayılması olabilir. Onca çaba, onca emek sonra? Kocaman bir hiç. Yoksun. Belki de hiç olmamışsın.
Her neyse. “Küçük bir iç dökme parantezi” diyelim bu bölüme ve parantezi kapatalım. Zaten laf haddinden fazla uzadı.
Kitabın son bölümünde, Karen’ın annesi ile bir konuşması var. Onayladığım ve katıldığım bu bölümü de aktarıp yazımı noktalıyorum.
“ Baban, tıpkı öteki dervişler gibi büyük bir sırra inanıyordu. Bu sırra sadece aşk yolu ile ulaşabilirdi ama benimkiyle değil.
Aşk babanın Tanrı’ya duyduğu sevgi değildi, onu Tanrı olmaya götüren yolun kendisiydi.
Birilerinin öğrendiklerini sır adı altında kendisine saklamasını ayrıcalık sayarım, bunu kabul edemem. Birilerinin nefislerini terbiye adı altında, yaşamı küçümsemelerini kabul edemem.
Dinleri seviyorum, hiç amaçlamadıkları halde, insanı anlamamamız için bize ip uçları sunuyorlar. Bizi korkularımızla yüzleştiriyor, ruhumuzun zayıflıklarını ortaya çıkartıyor, cesaretimizi sınıyorlar. İnsanı anlamak için, yarattığı dinleri anlamak lazım. Dinlerin hiç biri perdenin arkasındaki vaat edilen o muhteşem yaşamı kanıtlayamıyor.
Yeryüzünün her sabahında insanlar gözlerini böyle bir hayata açarken, bunca acımasızlık, bunca yoksulluk varken, perdenin öteki tarafındaki cenneti düşünerek yaşamayı ben kendime yediremiyorum.
Ben iyiliği, sadece iyilik olsun diye yapmayı seviyorum, kötülükten kaçınmayı, kötü olmadığım için yapmayı istiyorum. İyi olduğumda birinin bana ödül vermesi ya da kötü olduğumda cezalandırmasından korktuğum için değil.
Benim payıma düşen de buymuş, teşekkürler hayat diyerek yaşamak. Bence yaşamak bu kadar basit, bu kadar güzel, bu kadar heyecan verici. Bütün mesele sahiden alçak gönüllü olabilmekte.”
Sabrınız için, teşekkür ederim.
Eser Aslanlı
izmir