12
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1510
Okunma

Son bir haftadır, kendimde olağanüstü bir durum seziyordum. Birden bire üç dört kilo zayıflayıp güçsüzleştim. Yaşama sevincim kayboldu. Etrafımda olup bitenler beni alakadar etmiyordu. Bu dünyada değil gibiydim. Bu durum beni tedirgin ettiği için doktora gitmeye karar verdim.
Hastaneye gelince, herkes gibi sıraya girip fişimi aldım. Doktorun odası önünde, sıranın bana gelmesini beklemeye başladım. Sıram gelince, şikayetlerimi dinleyen doktor, beni kan vermem için laboratuara; ayrıcada kendisinden başka iki doktora daha sevk etti. Gittiğim diğer doktorlar, üçer tane ilaç verdiler.
Saat on bir otuzda, sonuçları almamız gerekirken, laboratuarda meydana gelen bir arıza yüzünden, öğlenden sonraya kaldım. Öğlenden sonra, tahlil sonuçlarımı alıp, tekrar doktoru görmeye gittim. Sonuçlara bakan doktor: ‘Eğer zamanın varsa, seni en son alıp, konuşmak istiyorum’ dedi.
Ben de, hiç itiraz etmeden bir kenarda doktorun işinin bitmesini bekledim. İçeriye girdiğimde, doktorun gösterdiği bir sandalyeye oturdum.
_Bakın Emine Hanım! Durumunuz ciddi ama hemen paniğe kapılmayın. Sizi bekletmemin sebebi, daha önce şekeriniz hep yüz otuz, yüz kırk olduğunu söylüyorsunuz. Bugünkü şeker değeriniz üç yüzün üzerinde görülüyor.
Ben size, gelişi güzel tedavi uygulayıp, yanlış sonuca gitmenizi önlemek içindi. Sen bu hastalığa yeni yakalananlardansın. Önce sana eğitim vermemiz lazım. Sonra tedavi!
Doktorun ne demek istediğini anlamıştım. Bana bir heyet raporu yazdı. Ben raporu onaylatıp tekrar doktora getirdiğimde, benim ilaçlarımı yazıp, sabah tekrar gelmemi, eğitim vereceklerini söyledi. Elimdeki ilaçlarla, küçük bir eczane oluşacak gibiydi, hemen doktora sordum:
_Doktor bey, bu kadar ilacı ben nasıl içeceğim? Midem bu kadar ilacı kabul edecek mi?
Bana gülerek bakan doktor:
_Orasına ben karışmam! Sana gereken ilaçlar verildi. Sen ilaçları inceleyip, senin için hayati olanını seçeceksin; bu da demek oluyor ki, önce benim ilaçları kullanacaksın. Daha sonra, duruma göre bir grafik hazırlarız. Doktora teşekkür ederek odadan çıktım.
Gittiğim eczanede, ilaçların bazılarının olmadığını, yarın sabah erkenden getireceklerini, mahzuru olup olmadığını sordular. Ben nasıl olsa tekrar hastaneye gideceğim için, ‘yarın alırım’ diyerek eczaneden ayrıldım.
Ertesi sabah erkenden eczaneye gittiğimde, eczacının kalfası, paspas yapıyordu.
_Kolay gelsin! Benim ilaçlarım geldi mi?
_İsim neydi abla?
_Emine Uysal.
Eczacı kalfası, elindeki paspası paspas kovasına koyarak, tezgahın üzerinde duran reçetelere tek tek baktıktan sonra:
_Henüz gelmedi abla… Biraz bekler misiniz? Şimdi gelir.
_Tamam! Ben bekleyeyim. Siz işinize bakın.
Orada bulunan, sedir gibi oturağa oturarak, ilaçlarımın gelmesini beklemeye başladım. Aynı zamanda da, etrafı gözden geçiriyordum. Gözüme takılan yazıları inceledim. Yazının biri şöyleydi. ‘Hayat dediğin bir bardak çay, insan ise çaydaki bir şeker, karıştırdıkça hayattan tat aldığını sanırsın, oysaki hayatın seni erittiğini çay bitince anlarsın.’ Bu yazıyı çok beğenmiş ve eczacı kalfasına kime ait olduğunu sormuştum. Oda bana: ‘ Bende beğeniyorum ama kime ait olduğunu bilmiyorum.’ Dedi.
İkinci yazı, tezgahın hemen önüne yapıştırılmış bir afişti. Afişte diyordu ki: ‘DOMUZ GRİBİNDEN KORUNMAK İÇİN, KİMSEYLE YAKIN TEMASTA BULUNMAYIN. ÖPÜŞMEYİN, SARILMAYIN, TOKALAŞMAYIN, SELAMLAŞMAYIN.’
Bu yazı çok tuhafıma gitti. Hepsini anladım da, selamlaşmayın ne demek oluyor, işte bunu anlamadım. Hemen eczacıya seslendim:
_Bakar mısınız! Bu yazı ne demek oluyor şimdi? Biz Türkler, tarih boyunca hep sıcak kanlı olduğumuzdan söz ederiz ama buradaki yazıyı merak ettim. Neden selamlaşmayacağız? Selamlaşmakla hastalık bulaşır mı?’ Diye sordum. Aldığım cevap, hayli ilgi çekiciydi. Belki sizinde ilginizi çeker diye yazdım.
_Abla, artık devletler silahla savaşmıyorlar. İşte böyle; hastalık virüsleri üretip, bazı ülkelere bulaştırıyorlar, sonrada hastalık için aşı hazırlayıp, satıyorlar. Hastalanan ülkelerde, aşı alma yarışına giriyorlar.
Birde şunları ilave etti:
_Domuz gribi arkasındaki çıkarlar neler? Dünyada her sene milyonlarca insan malaryadan ölüyor, halbuki basit bir tül sineklik onları koruyabilir. Gazeteler bundan bahsetmiyor ! Dünyada her sene iki milyon çocuk, ishalden ölüyor, halbuki yirmi üç sentlik bir serum onları kurtarabilir. Gazeteler bundan bahsetmiyor ! Kızamık ve zatürreeden her sene on milyon insan ölüyor. Tüm bu insanlar daha ucuz ilaçlarla kurtulabilir. Gazeteler bunlardan da bahsetmiyor !
Duyduğum bu sözler kanımı dondurdu. Hem insanları hasta ediyorlar, hem de, aşısını ve ilacını üretip satıyorlar. Ben bu tip insanlar için, tek şey diyorum. Sizlerin ne diyeceğinizi bilmiyorum.
BUNLAR İNSAN OLAMAZ! İÇLERİNDE ALLAH KORKUSU YOK!
İlaçlarım gelince, eczacı güzelce tarif edip elime verdi. Kocaman bir torba olmuştu. Üç aylık bir tedavinin ilaçlarıydı. Poşetimi kucağıma alarak, doktorumun yanına gittim. Muayene başlamıştı. Ben sıra beklemeden içeriye girdim. Doktor, küçük bir not kağıdına, bir hemşire adı yazıp, beni servise gönderdi.
Servise geldiğimde, hemşire, yanındaki arkadaşıyla tartışıyordu. Beni göstererek:
_Bak işte! Bir hasta daha gönderdiler eğitime, nasıl yetiştireceğimi soran yok!
Bana dönerek:
_Teyzem! Sen az dışarıya çıkıp, bir çay falan içsen olmaz mı?
Hemşirenin kızgın yüzüne bakıp:
_Evladım, benim şeker ölçtürmeye geldiğimi biliyorsun, beni nasıl çay içmeye yollarsın?
Yüzüme şaşkın şaşkın bakan hemşire:
_Akıl mı kaldı teyzem; onu da sen akıl ediver.
İlaçlarımı tekrar kucağıma alıp:
_Tamam kızım! Sakin ol! Bak sonra, sende benim gibi şeker hastası olursun ona göre. Sen şimdi beni dışarıya yollamasan da, şuracıkta bir yerlerde, sen işini bitirene kadar otursam olmaz mı?
Yüzündeki haşin tavrı bırakarak gülümseyen hemşire:
_Tamam teyzem! Hasta odasının birine gir otur. Ben seni bulurum.
Hasta odalarını sırayla dolaşmaya başladım. Bazılarında erkekler, bazılarında da kadınlar yatıyordu. Kadınların yattığı bir odaya girip:
_Geçmiş olsun! Burada biraz bekleyebilir miyim?
Yalnızlıktan sıkılan hasta yakınları, beni hemen kabullendiler. Gösterilen yere oturdum. Sol tarafımda seksen dört yaşında, felçli bir hasta yatıyordu. Kadının sadece derisi kalmış, bütün vücudu deriden ibaretti. Hemşire iğne yaparken, poposunun yer yer yatmaktan delinmiş olduğunu gördüm. Sağ tarafımda ise, ondan biraz daha genç ama en az onun kadar hasta başka bir bayan yatıyordu. Onun isim levhası perdenin altında kaldığı için yaşını okuyamadım.
Yanında oturan genç kadına:
_Geçmiş olsun! Teyzenin nesi var?
_Tansiyonu yüksek. Bir haftadır buradayız.
_Annen mi?
_Hayır, kayınvalidem. Karşıdaki bayanda, o hastanın bakıcısı.
_Peki bu teyzenin çocuğu yok mu?
bakıcı kadın, elini olmaz mı dercesine sallayarak:
_Var! Hem de dokuz tane. Beş oğlan, dört kız.
O an, içimden şu düşünceler geçti. ‘Kadının tam dokuz tane çocuğu varmış. Hastanede tek başına yaşam savaşı veriyor. Yanında ne oğlu var, nede kızı. Eğer teyzenin çocuğunun birisi hasta olsaydı, bir bakıcıya emanet edip, kendisi gezebilir miydi? Hayır! Hiç bir anne çocuğu hastayken gezemez.’ Ama teyze yatarken çocukları kendi alemlerindeydi. Dokuz çocuğun, hepsinin mi işi var!
Benim hastalığımı sordular, ben de, ‘şeker, eğitim almaya geldim.’ Dedim. Bana yan tarafta bir hastanın az önce öldüğünü söylediler. ‘Hastalığı neydi’ diye sorduğumda, genç olan gülerek, ‘şeker’ dedi.
Ben ilaç torbamı tekrar kucaklayıp odadan ayrılırken, ölen hasta sahipleri olduğunu sandığım iki kişi, bir tabutu ölen kişinin odasına doğru taşıyorlardı. içimden: ‘Bakın işte, insanlar sadece domuz gribinden ölmüyorlar. Şeker ve başka hastalıklardan da ölebiliyorlar. Ben eğitimimi alıp, iyileşeceğim! ’Benim daha yapacağım çok şey var!’ dedim.