7
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1185
Okunma

Hafızama kazınan duyduğum ilk ritimli ses,. İşte gene başladı, tıkır tıkır, önce ahşap iki cismin birbirine teması, sonra metal veya saç, ben büyüdükçe ses olağanlaştı, hatta bu sese orkestra şefi olarak atandım, memurluğa alındığım güne kadar.
Tütün kokusu ile taze ekmek kokusu birbirine karışırdı her zaman, anam incir ağacının altında taşlardan yapılmış derme çatma ocakta yufka ekmek yapar, babam her zaman olmasa da ekmeği pişirerek anama yardım ederdi.
Ritmik bir şekilde devam eden sesler, daha küçük yaşlarda duymadığım ninni gibi gelir daha bir derin dalardım uykuya. Taa ki anamın beni çağıran biraz yüksekçe çıkan sesini duyana dek.
İncir ağacının yanı sıra, elma ve kayısı ağaçları da vardı yazlık dediğimiz yerde epeyce yaşlıydılar ve tembeldiler. Kolayına meyve tutmazlar, tutsalar da kurtlanırdı. Kayısının ise hiç görmedim meyvesini. Bizim bu işleri gördüğümüz yazlığın hemen üstünden su ark’ı geçerdi, epeyce çoktu suyu, hatta balık bile yetişirdi çok daha önceleri, son yıllarda ormanlar yandıkça bölge daha az yağış alır olmuş ve evimizin hemen 300 metre kadar aşağısından akan ve aynı zamanda su arkını da besleyen dere kurumaya yüz tutmuştu.
Hemen her gün yinelenen bir şeydi çayın yanına taze çökelek ve kavrulmuş soğanla yapılan sıkma. Bunun için önce maydanoz, yeşilbiber ve domates toplamak gerekirdi bahçeden. İstisnasız her gün yapılır ve her gün bu sebzeler dalından kullanılacağı an toplanırdı.
Anam çığlık çığlığa bana sesleniyor gene, yatağımdan yavaş yavaş doğruldum baktım ekmek yapıyor, görevi kanıksamışım zaten, yorganı kafama bir daha çekeyim derken bu kez de babamın pek seyrek de olsa şefkat ve sevgi dolu sesi geldi, SARIKIZIM haydi babasının bebeği kalk da şu karıyı şeytanın atına bindirme, hem bak baban seni çok özledi gel de bir sarılsın. Eh bu kadar güzel lafı duyup da kanatlanmayacak birini düşünebiliyor musunuz?
Hemen fırladım yerimden arkta elimi yüzümü bir güzel yıkadım, su öyle soğuk akardı ki, çoğu zaman elimi iyice yıkadıktan sonra yüzümü ıslak ellerimle paspaslardım desem yeridir. Nedense yüzümün üşümesinden çok korkardım. Sebze sepetini kaptığım gibi bahçeye indim baktım karabaş da yanımda, her taraf çiy, karabaşın kuyruğunu sallamasıyla su zerrecikleri üzerime geliyor ben de sinir oluyorum bu meyanda. Sebzeleri birlikte topladık sonra sıra geldi sıkmanın harcını hazırlamaya. Ev yapımı halis zeytinyağıyla kavrulurdu soğan, gerçi bizde nebati yağ hiç olmadı, olmadığı gibi komşularda görünce özendiğim bile olmuştur.
O gün yapmam gereken görevimi yaptım, çayda demlenmişti, oturduk ailecek sabah kahvaltımızı yapacağız. Karabaş nar ağacının dibine yatmış kendisine sunulacak yemeği beklerken bir yandan da kuyruğunu ha babam nemli toprağa çarpıyor. Onun yemeğini de verip çayımı ve sıkmamı alıp kayısı ağacının gövdesine yaslandım, o an kim bilir neler geçerdi aklımdan. Kazanıp gidemediğim sağlık kolejini düşünürdüm en çok da. Arkadaşlarımdan şansı olanlar öyle ya da böyle bir yerlere girmiş çalışıyordu. Ben 17 yaşındaydım ve liseyi daha yeni bitirmiştim, arkamda kuvvetli bir torpilim de yoktu ki.
Sonuçta memur olduk (iyi halt ettik), olduk ama memurluktan ne umduk ne bulduk, belki de o incir ağacının altında olsaydım, yaşam öyküm şimdikinden çok daha mutlu olurdu eminim.
Bence mutluluk bir bakış açısıdır, yaşam standardı değil.
Hatice AK
10.11.2009