4
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1208
Okunma
Ciddi Bir Rahatsızlığın Gayriciddi Serencamı
Sağlığımız; hiç düşündük mü, farkında olmadan harcadığımız, hiç bitmeyecekmiş gibi israf ettiğimiz harcıâlem hazinemiz.
“Dünya malı dünyada kalır” düz mantığı ile “rakı içen öldü de su içen ölmedi mi” ters mantığı, tıpkı zıpçıktı bir mirasyedi gibi, şeytanla nefsimizi, “iki kapılı bir handa” o kapı senin bu kapı benim diyerek, “gece gündüz” tavla oynamaya sevk eder tatlı, tatlı. Şeytan da zaten dünden razı haniya, zar tutmakta da üstüne yok.
Evet, yasaklar tatlıdır, sonu acı olsa da. İster genetik deyin, ister irsi. Ta “Âdem” ile “ Havva” dan beri bu böyle değil midir? O zamanlar “elma” tatlıydı, şimdi yeri geliyor zehir gibi bir “acı biber” bile tatlı niyetine götürülüyor.
Geçtiğimiz sene başından beri, maşallah; sadık mahalle köpeği gibi peşimize takılmış olan “gam yükü kervanları” bu senede ardım sıra ayak sürüdü durdu. Ya sabır, “Du bakali nolcek” diye yarı tırsak bir merakla içimden geçirirken, bir yerden patlak verecek ya, “hayırlısı Allahtan” endişesi de yavru bir tırtıl gibi hep beynimde kıpır, kıpır. Malum çağın mucizesi “stres” tıp fakültelerinde, nereden soru soracağı belli olmayan kürsü hocaları gibi mübarek. Düşündüm şöyle bir “kalp-damar temiz, akciğerler temiz, beyin tertemiz” çok şükür, bir mide “Gastrit İdman Yurdu” kıvamında. Heyhat! Sürpriz buya ummadığımız yerden yedik darbeyi; “arkadan”.
Bir Opr. Dr. un yazısında okumuştum, “Korktuğum, utandığım, kimseyle paylaşamadığım, hatta bir o kadarda espri konusu yaptığım gizli gerçeğim basurum” diyordu yazının başında, aynı dertten muzdarip bir hastasının sıkıntılarını tii’ye alırken. Toplumdaki yarı tabu olmuş genel kanıya da şaka yollu gönderme yapıyordu aklı sıra. Fakat haksızlık etmeyelim, Türk toplumun zamanı geldiğinde, ahlaki reflekslerinin “kreatif” olmada ne kadar mahir olduğunu da anti parantez takdir etmek lazım. Yoksa “paket, kâse, leğen, çanak, çömlek, mal, mabat, arka” gibi kelimelere aynı anlamı yüklemek her edebiyatçının harcı olmasa gerek. Henüz daha “kıç, popo, höt, döt, Amerikan deliği” gibi yarı argo ve yarı ayıpçılları da saymıyorum.
Geçtiğimiz cumartesi arkadaşın dükkânında çay içip laflıyoruz, laf arasında arkadaşım bir sigara yaktı gayri ihtiyari. İşte o anda şeytan koltuğunun altında tavlayla çıkageldi sanki. Canım bir sigara çekti, bir sigara çekti. Ver ulan dedim bir taneyle bir şey olmaz, bir daha, bir daha. Yahu tam üç-buçuk yıl olmuş bırakalı, üstelikte ahtım var “bir daha ağzıma sürersem ağzımdan, burnumdan gelsin, bildiğin gibi eyle rabbim” diye.
Eve geldim, akşama işe gideceğim ya, biraz uyuyayım dedim.
Bir uyandım, saate baktım, eyvah geç kalmışım, bir hışımla üstümü giyindim evden fırladım. Kamyonun kontağını açtım, motorun ısınmasını beklemeden yola koyuldum. İşimiz çetin; malum uzun yolda “katı-atık” taşıyoruz. Bir ara yanımdan bir tanker birazda hatalı sollayarak önüme geçti gazladı, gözden kayboldu. Hem kızdım, hem de biraz bozuldum, “ tabakhaneye bokmu! yetiştiriyorsun eşşolueşşek” diyerek de bastım kalayı. Baktım tankerin üzerinde “tehlikeli madde –gaz-!” diye de yazıyor. Epeyce gittikten sonra yol üstündeki uzunca bir tünele girdik, tünelin ucuna doğru bir kalabalık, bir telaş trafik kilitlenmiş. Bir baktım az evvel bizim küfürü yiyen tanker yan yatmış tam da “tünelin ağzını” tıkamış, boşuna dememişler sürat felakettir diye. Uzunca bir bekleyişten sonra baktım olacak gibi değil polisi buldum, dedim memur bey kamyonda “katı-atık” taşıyoruz, birazdan kokmaya başlar, burada bayağıda kalabalığız hep beraber el atıp tankeri kenara çekekte yolu açsak, tamda “tünelin ağzı”. Memur aksi herifin biri, olmaz kardeşim savcı gelmeden, zabıt tutulmadan bu enkazı kaldıramayız diye söylendi. Sinirlerim geriliyor, tekrar üsteledim. Olmaz dedik ya kardeşim, çok istiyorsan geride, tünele girmeden “sıvı-atık” tali yolu var oradan git diye birde akıl verdi. Artık ne kadar kızmışsam, ulan koskoca kamyon buradan “U” dönüşü yapabilir mi, hem bu kamyon “katı-atık” taşıyor, “sıvı-atık” yolunda ne işi var diye bağırarak çıkıştım ve çıngar çıktı. O hengâmede kaba etime bir cop yedim galiba “Amerikan deliğinde” bir yanma, bir sızlama. Allaaaaaah tutmayın ulan beni şimdiiiii.
—Uyan İsmet uyan ne oluyor
—Zaten tünelin ağzı tıkanmış, kamyona yol vermiyor hırtapoz, birde vatandaşa darp ha, sen görürsün dur.
—Ne kamyonu İsmet, ne işin var senin kamyonlan, ne katı-atığı, ne sıvı-atığı, ne gazı, ne polisi
—Şey galiba kötü bir rüyaydı, ama sanırım basur sancım tuttu.
İşte böyle “yemini ağzından bozarsan, belanı mabadından bulursun”. Yok, yok atasözü değil, bunu ben uydurdum.
Dedim hele sık dişini İsmet, bir iki güne geçer kalmaz bir şeyin. İlk günü idare ettik. İkinci gün ayağı burkulmuş Eminönü martısı gibi vıraklıyorum sadece, inlemek mümkün mü? Üçüncü gün yatmak, oturmak haram oldu artık, sıcak su torbası en yakın dostum. Dördüncü gün yürüyüşüm bile değişti. Bazen acılı bir sünnet çocuğu gibi, bazen taze bir loğusa gibi, bazen de “Notr Damlı” Kuazimo gibi yürüyorum. Kanamada başlayınca, hanım bu böyle olmaz dedi yarın ilk iş doktora gidiyoruz.
Şimdi yan bastık dedim, bu acının üstüne, birde manevi işkence ha. Başa gelen çekilir derlermiş, fakat bu dert çekilir gibi değil. Istırabımdaki mecburiyet, ikbalimdeki mahcubiyeti bastırdı ve doktora gitmeye karar verdim. Ne yani doktor nasıl muayene edecek; aç ağzını, uzat dilini demeyecek herhalde, dön sırtını dinleyeyim demeyecek herhalde.
O zamana kadar bir anam, birde rahmetli Cevahir teyzem görmüş namahrem alanlarımı. Cevahir teyzemde rahmet istedi şimdi, Allah rahmet eylesin. Kırkbeş yıllık komşumuzdu, öz teyzem olmadığı için öz teyzemiz gibi severdik. İki buçuk üç yaşlarında çok kötü kabız olmuşum, anneciğim cahil daha. Gelmiş anneme demiş ki kız çatlayacak bu çocuk, sabun var mı evde sabun, kes bir parça ucundan, ver çocuğu da bana. Sabunu değdirir değdirmez canım elbisesini baştan aşağı batırmışım. Anneciğim mahcup olmuş kızarmış, rahmetlide olsun kız üzüldüğün şeye bak, zaten bu sene “haki yeşili” moda diyerek annemi teselli etmiş gülüşmüşler.
Ilık bir duş aldım iç çamaşırlarımı değiştim, nafile iç çamaşırım hemen kanlanıyor. Buldum dedi hanım ve bir iki dakika sonra elinde bir şeyle geldi; bunu kullanacaksın, hem de bu “kanatlı” bak dedi. Ey büyük Allahım sen büyüksün, yapacak bir şey yok.
Doktorumun bayan olması feodal utangaçlığımı biraz olsun hafifletti. Tıpta teknolojinin bu kadar ilerlemesine rağmen bu tip rahatsızlıklarda ilk teşhisin hala parmak atma yöntemi ile yapılması nostaljik bir fantezi gibi bir şey herhalde doktorlar için. Muayeneden sonra, sevgili doktorum korkacak bir şey olmadığını, bir iki ilaç yazdığını, ondan sonra biraz dikkat etme ile sadece çektiklerimin yanıma kar kalacağının müjdesini verdi sağ olsun. Sevindim, şükürler olsun Yarabbi.
İlaçları almak için eczaneye gittim, üç beş dakika bekledikten sonra eczacı bayan ilaçlarla beraber geldi. O sigorta ile ilgili evrak işlemlerini hallederken bende meraktan ilaçları kutularından çıkartıp incelemeye koyuldum. “Bu haplar niye tabanca mermisine benziyor”, dedim safça. “Onlar hap değil beyefendi” dedi eczacı bayan. Suratındaki muzip tebessüm “anladın sen onu” der gibiydi sanki. Anladım “hıhı” anladım manasında kafamı salladım gözlerimi kısarak.
İsmet BABAOĞLU