10
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1420
Okunma

Onur BİLGE
Kırkgöz Gölü önümde yatıyordu, kırk gözden su akıyordu ve ben sadece bakıyordum. Dağ evinden ayrılalı saatler olmuştu. Ne kadar dolaşmış, ne kadar yazmıştım ve susamıştım. Son noktayı koyduktan sonra kalkıp, kaynağın başına doğru yürüdüm. Neler geldi aklıma, suyla ilgili! Pınarın gözünden avuç avuç su içtim ve Allah’a şükrettim.
Hemen oracıkta, asırlık kavakların altındaki masalardan birine oturdum. Aklımdan geçenleri kaleme almaya başladım:
Sudan gelmiş, suya muhtaç yaşıyoruz. Su hayat, su mutluluk! Susadığımda, hiçbir şey kandırmazdı onun kadar! Ne çay, ne meyve suyu, ne şerbet, ne şurup... Hiçbir şey!.. İçimin istediği, sadece suydu. Burada tertemiz, buz gibi kaynağını buldu, doydu.
Su, hayatın özü... Her şey gibi yaratılışımızın başı... Sudan gelip, Hu’ya gidiyoruz. ‘Hay’, ‘hayat veren’ demek... Hay’dan geldik, Hu’ya gidiyoruz. ‘Hu’, ‘Hüve’ sözcüğünün kısaltılmışı... Rüzgâr estikçe, ‘Hu!..’ diyor, sazlar. ‘Hu!..’ diyor kargılar, kamışlar... Yaratılan her şey, kendi dilince zikrediyor. Kimi hal dilince, kimi kal dilince... İnce ince... İnsanoğluna gelince... Allah ıslah eylesin, hoş görsün bizi! O’ndan bize hep güzellikler, nimetler iner, bizden O’na hep şikâyetler yükselir, dizi dizi...
İçleri boştur, kargıların. Kamışlar ses verir. ’Hu!..’ der, üfleyince. Ney, ne kadar güzel sesler çıkarır! Oysa hep ’Hu!..’ demektedir. İnsan da içindeki her türlü kötülüğü, aklındaki dünyaya ait her türlü düşünceyi çıkarıp atarak zikretmelidir. Tamamen boşaltmalıdır, içini. Tasavvufta, ’rabıta’ denilmektedir buna. İletişim kurmak için bağlanmak. Kalbi, bütünüyle Allah sevgisine raptetmek... Zikirden önce bir süre bekleyerek bunu sağlamaya çalışır, dervişler; ondan sonra zikrederler. Bazıları zikrederken göldeki sazlar gibi sallanırlar. Bedenleri de iştirak etmektedir, zikre. Has zikir, tüm hücrelerin zikre iştirakiyle olur. Vücuttaki her tüy huşua iştirak etmedikçe yapılan ibadet, hakkıyla yapılmış olmaz! Çünkü kul, Allah’ı anınca, sevgisinden ya da haşyetten ürperir! Sevgiden veya haşyetten gözlerden süzülen bir damla su, ki ona gözyaşı diyoruz, cehennem ateşini söndürmeye kâfidir. İşte su, bu kadar önemlidir!
İşçinin alnındaki ter, zâkirin ağzındaki nem... Damarda renkli, lefte renksiz... Diğer yerlerde kokulu, burunda kokusuz... Su girmezse ve çıkmazsa kururuz. Gözlerimiz çatlar, akar. Koltukaltlarımız yara olur. Kulaklarımızın, burnumuzun, ağzımızın içi kurur. Yanarız, yazın kavurucu sıcağında! Ter, serinlik getirir. Buharlaşma soğutur.
Su temizlik, su nimet! Gecelerde, seherde ferahlık; çimenlere, yapraklara ve bir nebze nem, taşa toprağa... Yeryüzünde Zemzem, sekiz kat cennette Kevser! Hak edenler içer. Cehennemde kaynar su, irin, zehir, zakkum suyu... Uyu, ey insanoğlu, mışıl mışıl uyu!..
Kışın ‘Soğuk!’ deriz, yazın ‘Sıcak!’ deriz. Bahardan bahsetmeyiz hiç... Nankörüz! Bunca güzelliği göremeyiz, söylenmekten; körüz!
Susamayı Yaratan, suyu yaratmış. Kupkuru taşın, koca dağın altından, kupkuru topraktan pınarlar fışkırtmış. Allah, yaratıcılığını ve ilahlığını hakkıyla yapıyor, şikâyetsiz, sürekli, şefkatle... Biz, ya biz... Kulluk görevimizi hakkıyla yapabiliyor muyuz? Bırakalım yükümlülüklerimizi, teşekkür etmeyi akıl ediyor muyuz?
“Hamdolsun!.. Suyu Yaratan Allah’ıma Hamdolsun!.. O’na şükür az gelir! Ne kadar şükretsem, az gelir!.. Hamdolsun!”
Her bir yağmur tanesini görevli bir melek yaratarak, göklerden yere, birbirine değdirmeden indiriyor. O melekler, yeryüzünde kalıyor. Her bir kar tanesine farklı şekiller vererek konfeti gibi serpiyor, üstümüze ve “Varlığımı fark et! Sanatımı gör! Nelere kadir olduğumu anla! Beni bul! Beni bil!” diye haykırıyor, yarattıklarının dilinden ama gözlerimiz var, görmüyoruz.
Her varlık görevini biliyor ve sessizce yerine getiriyor. Hepsi bize hizmet ediyor. Farkında bile değiliz!
Yavaşça buharlaşıyor, su. Yavaşça geziyor, yedi kat gökleri, yavaşça iniyor, üzerine her yaratılanın. El ele verseler, birleşseler, tonlarca su kütleleri halinde inseler, ne çatı kalır, ne insan ne hayvan ne bitki... Yerle bir olur, yeryüzü!.. Rahmetle serpiyor dağına taşına bile! Yeter ki fikrede insanoğlu, yeter ki bile! Şükretmiyor bile!
‘Su!..” diye inliyor, susuz kalınca toprak! ‘Su!..’ diye inliyor, sudan yaratılanlar! Su, en güzel biçimde indiriliyor. En temiz biçimde sunuluyor, çamurun, toprağın içinden.
Yerden alıp, göklere bindiriyor. ‘Rahman’ ve ‘Rahim’ sıfatıyla indiriyor. Biraz susuz kalınca yağmur duasına başlayan, yakaran toprakların avuçlarına, daha kapanmadan bırakıp, sancılarını dindiriyor.
Her damlayla bir sıfatı geçiyor, topraktan. Köklerinden, gövdelerinden çiçeklerine, yapraklarına yürüyor. Meyvelerine ulaşarak, kula rızık oluyor. O kullar, nasıl anlamaz, meyvelere suyun nereden geldiğini? Nasıl idrak etmez, Yaratan’ı? Nasıl vazgeçer O’na tapmaktan?
Suya sınır yok. Nereden geçerse geçsin, bir yol açılmakta, bir yol bulup, hedefine ulaşmakta. Bazen okyanusa, bazen göle... Nereye kadarsa yolcuğu, nereye kadar tayin etmişse kader, oraya kadar... Gözsüz kulaksız, elsiz ayaksız, idraksiz su, yol buluyor. Yolunu buluyor, kör karanlıkta. Lisan-ı hal diliyle, yol arayan insana örnek oluyor. İnsan ki her türlü duyu ile donatılmış, en mükemmel varlığı, yeryüzün. Yana yakıla yol arıyor, çıkmaz sokaklara girerek. Yol bitene kadar yol arıyor!
Su... Allah’ın izniyle geziyor, gökleri, yeri. Her damlası hesaplı... Ne azalır, ne artar. Artacak olsa, yeryüzünü su basar! Azalacak olsa, kuraklık başlar! Kimse farkında değil, ne büyük bir nimet olduğunun! Hatta bedava!..
“Hava bedava, su bedava!..” dediği gibi şairin.
Yaratılanlar için hava kadar önemli hem de aziz. Her canlı ve canlılık onun eseri... Asla isyan etmez! Allah’a ram! Şükretmeyen insana haram olmalı, aslında! Kâfirine kadar hizmet etmekte, isyankârına kadar ulaşmakta!
Yeraltından ‘Rezzak’ zikriyle çağlayarak fışkırır! Kaynak olur, o aşkla ağlar, hıçkırır! O’na koşarcasına koşar, hedeflenen yerlere! Koşarken çatlar tohumlar. Suladığı her canlı, ‘Allah’ diye haykırır! İnsan, azıcık iradesiyle, şükreder ya da etmez. Oysa insanlık için yaratılan suyun önemi, anlata anlata bitmez!..
Bazen sakin, sessiz bekler kabında. Okyanuslarda, denizlerde, göllerde... Bazen belki de isyan eder, isyan edenlere! Dev dalgalarla saldırır, kıyılara!.. Bazen sessiz, sakin uyur.
Yok, yok!.. Yalan, uyumaz sular, insanlar uyur!.. Allah’ım sağırlaştık, aç kulaklarımızı dalga seslerine, varlığını duyur! Su kadar olamadık, yolunu bulamadık! O Nur yolunu göster, aşkını duyur!
Az önce karşı taraftaydım. Göl, olanca görkemiyle; kaynak, olanca cazibesiyle önümde duruyordu ve ben o kadar susamıştım ki!.. Çöllerde kalmış gibiydim!.. O bana bakıyordu, ben ona... İlhan’la bakıştığımız gibi... Ne o bana geliyordu ne ben ona koşuyordum. Boyuna yazıyordum.
Sadece bakabiliyorduk, birbirimize. Onda dahi haram varken, o dahi yasakken... Haramdık birbirimize! Ne kadar susasak da yasaktık! Sadece baktık, baktık, bakakaldık!..
‘Bakkal’ da oradan mı türemişti, acaba? Bakıp kalıyor muydu, insanlar? Almak istediklerini alamıyorlar mıydı? ‘Bakkal’ ve ‘bakkallık’ ölmek üzereydi. Can çekişmekteydi. Oysa tam da o adlarını hakkıyla temsil etmeye başlarlarken... Bakıp kalmaktayken, insanlar. Her istediklerini alamazlarken...
Su... İki harfçik... Ne kadar önemsiz bir şeymiş gibi... Bu isim ona hiç uygun değil doğrusu... Halbuki ne kadar önemsiz kişilerin adlarının önüne ne kadar uzun ünvanlar gelmekte ve isimleri uzadıkça uzamakta!.. Atıyorum; adı ‘Ordinaryüs Profesör Hüsamettin Yaradanakul’ olup da Yaradan’a kul olamayan, mesela... Adı ’Abdullah’ olup da Allah’a kul olamayanlar da var, kul olanların arasında. İlginç... Çocuklarına danışmadan isimler koyma gafletinde düşmüş, ana babalar. Onlar da değiştirmeye lüzum görmeden kullanmaktalar.
*
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 204