2
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1068
Okunma

Dergimizin (sitemizin) sürekli okuyucuları hatırlayacaklardır, ‘’şiârlı-şiir, şuurlu-şair’’ yazı dizimizin ilk iki bölümünde; ‘millî mücâdele yıllarında ve güzel İzmir’imizin işgal günlerinde, duygu ve gönül insanı olan (şuurlu) şairlerin, yürek sızısıyla yazdıkları şiirlerin bir ilkesi; alâmeti, nişanı, şiârı vardı. Zira onların sığındığı tek varlık, Râbb’lerinden sonra, kalemleriydi. Vicdan ve yürek acılarını (şuurla) kaleme döküp, çevresini uyarmaktan, kalemine, silahına sarılır gibi sarılmaktan başka, yapabilecekleri pek bir şeyleri yoktu.’ diye uzun uzun anlatmıştık.
Yazımızda ifade etmek istediğimiz konu, (bir kez daha söylemek gerekirse) şudur. Bu gün, acaba, İzmir ve çevresinde şiirin geldiği noktayı bilen, gören, duyan ve hisseden var mı? Çıkan dergilerde, yazılan şiirlere bakıyorum da, ‘’bunu bir Türk şair
(i) mi yazmış?’’ demekten kendimi alamıyorum! Tabii, arada özüyle, sözüyle, gönül gözüyle yazanlar, Türk şiirine benzetenler de var. Ama daha çok, bizim milletimizin şiir geleneğinde bulunan ne bir hece ölçüsü, ne kâfiyesi-redifi, ne de tumturaklı durakları var. Canım bazıları hemen atlayıp; artık o tür şiirlerin demode olduğu, şimdilerde moda şiirlerin bu tür bol imgeli, serbest tarz şiirler olduğunu söyleyeceklerdir. Bizim ilkeli, serbest tarzda yazılan şiirlere zaten bir sözümüz yok. Serbest şiir de, şiirin bir türü, bir kolu, dalı… Tabii ki, serbest vezinle de şiir(ler) yazılacak. Ama be kardeşim, illaki serbest şiir yazayım derken, çağdaşlık adına, son sürat, anlaşılmaz bir dil ve uslûp kullanıp; başı başka, sonu laşka şiirler mi yazılacak? Gördüğüm o ki, son dönemin şiiri, sırf modernlik olsun, entel görünsün, çağdaş okunsun diye; anlamlı-anlamsız sözcüklerle, karabatak imgelerle, yabancı izlenimlerle, bir sürü şirinliklerle dolu.
Daha bir yüz yıl bile geçmeden, İzmir’imizin o işgal günlerinde, yanık şarkılara, türkülere güfte olan o anlamlı, anlamlı olduğu kadar da, sanatlı şiir dilinin, bugün geldiği noktaya bak… Her konuda olduğu gibi, şu yabancı hayranlığı, şiirimize de girmiş. Sırf Avrupâi görünsün diye, şiir yabancılaştırıl(a)maz. Dili uydurukça yapıl(a)maz ki! Serbest vezinse, serbest vezin. Onun da kendine göre bazı kuralları var. Alliterasyon’u var. Başının-sonunun bir biriyle âhengi, uyumu var. Seçilen kelimelerde, birden fazla anlam taşımasına dikkat etmek var. Her şeyden önemlisi; sokaktaki, her kesimden ahalinin anlama(ma) sorunu var. Yani şiiri yazanın, yine o şiiri sadece kendisinin anladığı bir şiir türünü ne yazık ki, ben kabul edemiyorum. (Ben -o şiirleri okuduğum- halkın sözcüsüyüm.) Çünkü o tarz şiirler, ancak ve ancak, kendine münhasır ‘şiir dinletileri’nde okunabilir. Ne bayramlarda, düğünlerde işmar atan kızlarımızın dilinde mani, ne tarla yolunda veya dağ başında bağrı yanık bir çobanımızın kavalında türkü, ne de okullarda, törenlerde çocuklarımızın okuduğu şiir(ler) olabilir.
Oysa ben, şiârlı yazılan, şuurlu şairlerin/ozanların dilinden, kaleminden nağmeye dökülen şiirler istiyorum. Şöyle okuduğumda, içinde kendimi(zi), kimliğimi(zi) bulabileceğim türden. Bir bardak soğuk su içmişçesine yüreğimi serinleten, ferahlatan. Kim iddia edebilir ki; Yunus Emre’lerin, Karac’oğlan’ların şiirleri eskiyecek, dillerden düşecek diye…
Geçenlerde Konak vapur iskelesi yanında, denize nazır, baharın o gizemli, iç açıcı havasını teneffüs edeyim derken, o keyifle bir büfeden aldığım şiir dergisinden, bir kuple şiir okuyayım dedim. Fakat, heyhat! Ne mümkün? Ben şiire bakıyorum, şiir bana. Ben mi şiiri okuyup çözemedim; şiir mi beni tanıyamadı, bil(e)mem! Birbirimize baktık baktık, ben ona yabancı, o bana yabancı. Oysa altında yerli bir isim vardı. Oradan geçmekte olan bir satıcı çocuğun koltuğuna, sessizce, sebepsizce tutuşturuverdim, dudağımda beliren, iki satır sözle;
‘’Şiirsen şiir gibi okumak istiyorum,
Değilsen bırak abi, uyumak istiyorum!’’
*
İsmail GÖKTAŞ
İ Z M İ R.