12
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2784
Okunma

Geride bırakacağımız bu yıl dünyaya yön veren ve kavramların yeniden yorumlamasını sağlayan olaylı 1968 yılının geride bırakışımızın 40. yılıydı. Bu 40. yıl sebebiyle çeşitli etkinlikler yapıldı hatta TÜYAP kitap fuarının teması da 68 kuşağıyla alakalıydı. Eğer bir kuşağı ele alıyorsan o kuşakta öne çıkan isimler önemlidir. 68 kuşağı sadece bu ülkede değil bütün dünyada ünlü bir kuşaktır. Bilinenin aksine 68 kuşağı fitili Fransa’da değil Vietnam’da ateşlenmiştir. ABD’nin Vietnam savaşı ülkede büyük bir tepkiyle karşılanmış ve dalga dalga tüm dünyaya yayılmıştır. Bu ülkedeki 68 kuşağına bakarsak bu ülkeye özgü olduğunu görürüz. Nasıl bu ülkenin solculuğı kendine özgü ise evrensel solla herhangi bir bağ taşımıyorsa bu ülkenin 68 kuşağı da bu ülkeye özgüydü. Yani Enternasyonel değildi. Dünya solculuk literatüründe sevgili ülkemin ne 68 kuşağı ne de onun yerel kahramanlarıyla alakalı pek bir şey bulamazsınız.
Özellikle Fransa da öğrenciler ‘kaldırım taşının altında hayat var’ sloganıyla bu yükü omuzladılar. Türkiye’de de durum aynıydı. Türkiye’nin farkı bu yükü omuzlayan kişilerin ulusalcı olmalarıydı. Yani o kahraman dediklerimiz bugün yaşasalardı Ergenekondan gözaltına alınabilirlerdi.
Yani Denizler ile alakalı anlatılanlar ve Türkiye’nin sol düşüncesinde refarans olarak kullanılan olayların bir çok olayın gerçeklikle alakası yoktur.
Ben başlık atarken efsane kelimesini seçerken çok özenli davrandım. Çünkü efsaneler ilkel toplumlara ait bir kavramdır. Peki neden efsane? Bunun cevabını insan neden efsaneler ihtiyaç duyar sorusunun cevabında aramak lazım. İnsanın bu âlemde hissettiği yoksunluğu gidermeye yönelik çabalarından biri efsanelerdir. Ali Şeriati Hoca efsaneleri ele alırken 3 grupta inceler. Birinci grup tarihte bir kişi yaşamıştır, bazı başarılar kazanmıştır. Çok sonra o kişiye olağan üstü değerler ve güçler verilir ve efsane haline getirilir. İkinci grupta ise çok zalim biri yaşamıştır daha sonra o kişi zamanla değişerek bir melaike haline gelmiştir. Üçüncü grupta ise Leyla ve Mecnun, Romeo ve Juliet var. Yani tarihte hiç öyle insanlar yaşamadığı halde biz onları yaratmışız ve efsane haline getirmişiz. İşte Deniz ve arkadaşları 1. gruba dahildir. insan, sevebileceği, kendisine dayanabileceği, hatta tapınabileceği bir ruhunun olmasını ister. Ama o ruh, mutlak derecede yüce bir fedakârlığa sahip olmalıdır. Yani onda hiçbir şekilde bencilliğin, kişisel çıkarcılığın, hatta -gerçekten kendini feda edecek bile olsa- "ben kendimi feda edebilecek bir adamım" gibisinden yapacağı gösterişin lekeleri bulunmamalıdır. Böyle bir şey mümkün değildir. Kesinlikle mümkün değildir. Ama ona ihtiyacımız var ve yaratıyoruz. İşte Deniz ve arkadaşları bu tipe birebir uygundur.
Ben de onların başına gelenleri kınıyorum. Sakın bu yazdıklarımdan onların idamlarına sevindiğim anlamı çıkartmayın lütfen. Zamanın AP sinin devletin baskılarının acısını onlardan çıkartmasını hatta idam kararları mecliste konuşulurken AP sine mensup milletvekillerin ‘3’e 3’ yani Menderes,Zorlu ve Polatkan’a karşılık o üç gencin kellesini istemeleri utanç vericidir. Bir diğer eleştirdiğim mevzu da devletin iki yüzlülüğü bir yanda ülkenin kargaşaya sürüklemek için Denizlerin sırtı sıvazlanırken bir yandan da onlara karşı gençlere ideolojik destek vermesi devletin.
Peki gerçekten de Denizler emperyalizme karşı mıydılar? Mesela denizlerin kullandıkları mühimmatın hemen hepsi Amerikan malıydı. Duvarlara yazı yazarken kullandıkları boya dahil. Onların anti-emperyalist olduklarına dair gösterilen en önemli olay 6. filonun taşlanması. 6. filonun taşlanmasının sebebi o zamanın Amerikasının önemli bir figürü olan Johnson’un mektubuydu. Bu mektup artık Amerika ile Türkiye’nin ortak iş birliğine gidilmeyeceğine dair bir mektuptur. Taşlanma olayı da bu mektuba bir tepkidir. ( Bu arada emperyalizm kavramı Türkiye 60 lı yıllarda giren bir kavramdır. Mihri Belli ve Doğan Avcıoğlının kullandıkları bir terimdir.)
Denizleri eleştirdiğim bir diğer noktada şu, 27 mayıs darbesini destekleyen demeçleri. İlginçtir 27 mayıs desteklerken de aynı zamanda ordunun yapacağı bir marksist darbeye de bel bağlamışlardır. Peki onların düşündükleri darbe gerçekleşseydi ne olurdu? Çok basit bir cevabı var. Bir sürü insan ölecekti. Belki onlardan ölmeyeceklerdi. Belki karşı taraftan olacaktı ölümler ama yine de insanlar ölecekti. Yani Lenin’in dediği gibi yumurtalar(insanlar) kırılmadan omlet(darbe) olmaz.
Deniz gezmiş’ in yabancılardan nefret etmesi ise apayrı bir mevzu. Babasına 29 ocak 1971 de yazdığı mektupta ’yabancılardan nefret ediyorum’ ibaresini kullanmıştır. Deniz şimdi, yaşamış olsaydı acaba Kürtlerden ve Ermenilerden de nefret eder miydi diye merak ediyorum. Diyeceksiniz ki idama giderken ‘yaşasın Türk-Kürt kardeşliği’ demiş. O ibarenin oraya konulması Kürt ve Kızılbaş olan Hüseyin’in baskısıyla olmuştur.
Şu soru akla gelebilir. Öyle ise denizlerin kavga ettikleri karşı grup arasındaki farkı neydi? Fark şuydu. O zamanın MHP si ve ülkücülerin anti-komunist olmaları buna karşı denizlerin anti-komunist olmamaları. Denizleri ülkücülerden ayıran nokta işte budur.