4
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1330
Okunma
Saat öğleden sonra 01.55’ti. İma ile kıldığı öğlen namazını bitirdi, duasını yaptı, ellerini yüzüne sürdü. Alıştığı üzere hemen sağında durduğu penceresinden baktı dışarıya doğru, hayata doğru. Bu penceresi onu hayata bağlayan ender şeylerden bir tanesiydi. Işık, kuşlar, ara sıra yoldan geçen, yürüyen ve de yürüyebilen insanlar ve hareket eden metalden yapılma arabalar...
Tabi görebildiği karaltılar kadar değeri vardı her şeyin. En güzeli güneş, çünkü hala parlak insana yaşadığını hissettiriyordu. Pencerenin tam altında evin merdivenleri vardı. Basamak basamak yukarı çıktıkça, insanların başı yavaş yavaş pencereyle aynı hizaya gelir ve sonra eve girerlerdi. Pencerenin sol alt köşesinden görülebilen merdivenin başlangıcının hemen gerisinde iki buçuk metre yüksekliğinde, üç metre uzunluğunda, bir ucu evin duvarıyla, diğer ucu da komşunun çardağıyla birleşen bir duvar bulunuyordu. Duvarın üzerinde çelen; eskimiş, yaşlı, artık kimseyi çelecek hali kalmamış... Zaten çelinecek kimsenin de o duvarın üzerinde işi olmazdı. Zenginlerin duvarlarında olurdu çelen dediğin, en dikenlisinden. Kim gelirdi bu haneye ki çelen bir işe yarasın, sadece adet üzere konulmuş bir çelendi bu. Prosedür gereği... Ama belki de bir zamanlar işe yaramıştır ya, hayat oranı yüksekken bu evde. Şimdi ölüm bile gelmiyordu bu haneye, bırak hırsızları!
Komşunun duvarına dokunana kadar üç metre kadar sağ tarafa doğru uzanan duvarın en sağında bir kapı vardı, en fazla bir buçuk metre gelir. Demirden, yeşil boyalı... Diğer kapılardan fazla bir ayırt edici özelliği yok. Son derece sıradan, süssüz yapılmış, soğuk demir kapı. Belki çok çok az açılması itibariyle diğer bütün kapılardan ayrılabilir. Ama bir de bir başka bir özelliği var ki...
Bir türlü sevemedi o kapıyı, hiçbir dugusallığı yoktu zira. Demirden yapılmıştı ama taş gibi soğuktu. Hiçbir duygusu, sıcaklığı yoktu. Zaten çok az gören gözlerine acı veriyordu adeta. O kadar da demişti yerinde kalsın o eski tahta kapı diye. Eski tahta kapıyı o yaptırmıştı, marangoz Halil’e. Az mı girip çıkmış, camiye gidip gelmişti o kapıdan... “Hey gidi günler hey!” diye geçirdi içinden.
Eski tahta kapıyı söküp götürseler de, çıngırağı söktürmemişti. Kaç yıllık çıngıraktı o yahu. Sonradan anladı onun dünyanın en büyük müjdecisi olduğunu. Tabi ya... Eskiden koyunları da vardı, onlar da yalan oldu gitti. Onların birinin boynundaydı bu da. Senelerdir de arada sırada da olsa ziyaretlerine gelen insanları müjdeliyordu ona. Tok bir çınlama sesi vardı çıngırağın, o tok ses fazla hayat belirtisi olmayan bu eve yaşayan biri geldiğinde seviniyor ve bülbüllüğe özeniyordu, neşesinden “çın” sesine benzer bir ses çıkartmak istiyordu, fakat artık o da yaşlanmıştı. Bir çocuk kahkahasıyla, hayatın merhalelerinin büyük bir bölümünü belinin bükülmesi pahasına atlatmış bir insanın “kahkaha”sı arasındaki fark kadar fark vardı bu çıngırağın çıkardığı ses ile eskiden okullarda arkasından neşeli çocuk seslerinin geleceği dersin bittiğini haber veren ziller arasında.
Bakışlarını pencereden içeriye, odanın içine düşürdü. Hiç çalmayan telefonu gördü. “Sen de mi telefon efendi...” diye düşündü, “Sen de yalnız bıraktın bizi. Çalıversen arada da, bülbüller gibi, neşelerdirsen şu durgun odayı...” Telefona ne zaman baksa, yaptığı o hararetli konuşmayı hatırlar. Torunlarından birinin kaynanasının torununa kötü davrandığını duyunca celallenmişti o koca yürek. Aratmıştı numaraları bilen birine kayınpederini torununun. Gözyaşları içinde sövüp saymıştı. “Sahipsiz mi sandınız siz kızımı!” diye gürlemişti.
-“Vaay vay, yalan oldu.”
Telefonun hemen yanı başında duran kadim radyosuna çevirdi bakışlarını. O da olmazsa ne yapacaktı. Zaten ayaklarına kelepçe vurmuştu kader, yürütmüyordu, gözlerine de belli bir dereceye kadar perdesini indirmişti. Bulanık görünüyordu her şey, eskidenmiş net görebilmek en küçük bir detayı. Her şey birer karartıdan ibaretti artık, eşi yanından ayrılmayan en sadık karaltıydı. Şu pencereden de biraz da olsa ışık geliyordu. Beyaz badanalı duvarın önünde duran, yeşil kapının önündeki o küçücük karaltı, çıngıraktı. Hayatla bağlantısı, tek eğlence kaynağının açma düğmesini el yordamıyla bulup açtı. Bir iki müzik tıngırdıyordu, radyo da olmasa dünya batsa haberleri olmayacaktı. Belki dünya bile batsa bunlar yine kalırdı ya, neyse, hayırlısıydı, ölüm Allah’ın emriydi ve O istemeden gelmiyordu. Bunca senedir şu evin içerisinde dolaşır dururdu ecel de, alıp da gitmezdi onları. “Çok şükür” derdi her zaman, “çok şükür, çok şükür, buna da şükür.”
Her uyuyuşunda bir acabayla yumardı gözlerini. Ayaklarının sancısının fırsat verdiği uyku anlarından sonra, uyandığında kontrol ederdi kendini, burda mıyım öbür alemde miyim diye. Şimdiye kadar hep dünyada buldu kendini. Ölüme en son ayaklarının haşlandığında yaklaşmıştı. Ayaklarından değil de, acıdan öleceğini zannetmişti. Ne bilsin, yaşlı eşi banyo kazanını aşırı yakmış, kazandaki su da kaynaya kaynaya... O zamanlar kaplumbağa hızıyla da olsa yürüyebiliyordu, banyosunu yapabiliyordu en azından. Kurnayı çevirmesiyle kaynar suyun buharıyla da birlikte ayaklarını haşlaması bir olmuştu. O çığlığı kim duysundu ki, ne de çok acımıştı. Yanık acısı bu, başka bir şeye de benzemiyordu, en az acı verdiği zaman ilk temas halinde gerçekleşiyordu, ama sonralardanki acısı, hele gece uyutmaması yok muydu o zamanlar? Gözlerinde yaşlarla, iniltilerle sabah ezanını duyardı. Eşi uyuyabilir miydi sanki, o orada acılar içinde inlerken, yaşlılığın verdiği beli büküklükte simgelenmiş çaresizlikte elinden sadece dua etmek geliyordu, çok az görebilen gözlerden dökülen yaşlar da elinde değildi, sessiz sessiz ve çaresiz... Çok şükür geçmişti o günler, hatırlamak bile göz pınarlarını harekete geçirmeye yetiyordu.
Kulaklarına bir çıngırak sesi geldi, hemen sağında duran, uzanmış bulunan sağ ayağı boyunda uzanan pencereden aşağıya, kapıya baktı, merdivenlere baktı, hareket eden bir karartı aradı gözleri. Ah nerdeydi o eski gözler. Valla bir kilometre uzağı görürdü. Kimdi gelen acaba? Belki kendinden yirmi yaş küçük, ama oldukça yaşlanmış zamanının en yaramazı Hüssüün(Hüseyin) müyü, yoksa torunlardan birisi miydi? Belki arasıra uğrayan oğullarından birisidir. Hüssüün Çavuş her gelişte “Sen hala burada mısın ya Omar Emmi” derdi, hala beklemekte misin diye takılırdı. Omar Amca da, “Daha hepiğizi yollarım ben öbür tarafa yeğen!” derdi sesine tüm canlılığını vermeye büyük bir gayret göstererek ve yüzüne de yalancı bir gülümseme takmak, endişe çizgilerini silmek için uğraşarak. Belki de torununun oğlu İbrahim’di, acaba gelmiş miydi ki o da köye, okulu bitmişmiydi ki... Arada uğrardı o da Allah razı olsun.
Sese kesildi kulakları, bekledi, bekledi, sonunda bunun da kulağının kendisine oynadığı oyunlardan birisi olduğu kararına vardı. En son ne zaman ve kim gelmişti ziyaretlerine? Hatırmamıyordu ki... Yetmiş yedi sene evvelki askerlik anılarını hatırlardı, tarlalarda nasıl ter döktüğünü, askerden memlekete ne zorluklarla geldiğini hatırlardı da, iki saat öncesini hatırlamakta ne de zorlanırdı yahu! Nasıl da giderdi tarlalara gençliğinde, hiç zorlanmazdı, hiç ağır gelmezdi böyle şeyler, yürüyerek, bel kürek akşama kadar çalışırdı da banamısın demezdi. Şimdi şu omacaları(ayaklarını) hareket ettirmek için canı çıkıyordu. Bu arada sağ ayağının uzun süredir aynı konumda durduğunu ve ağrıdığını fark etti, hareket ettirmesi gerekiyordu, çünkü diğer türlü öyle adeta donup kalıyordu, yataktan kalkabildiği mi vardı ki! Paçasından tuttu iki eliyle, asılmaya çalıştı ayağını uyluklarına doğru, ellerinin parmaklarının falan gücü kalmamıştı artık. Aslıdı, asıldı, biraz yaklaştırdı, yoruldu. “Amaan, yeter, gücüm yetmiyor” dedi.
Karşısında eşi vardı, gözlerini zorladı sanki görebilecekmiş gibi, heralde uyuyor, ne zamandır sesi soluğu çıktığı yok diye geçirdi içinden. Oturur haldeyken sırtını duvar yastığına vererek uyurdu eşi Ayşe Nene. Ters L biçimincdeki karşı divana sesini duyurması için bağırması gerekiyordu, artık eskimiş sesiyle, çünkü eşinin kulakları hayli az duyuyordu, kalksın namazını kılsındı, hem onun ayakları onu taşıyacak kadar tutuyordu. Zaten küçücük bir bedeni vardı eşinin, o da olmasa buralarda ölüp gidecekti bakımsızlıktan, yiyeceğini o çok az gören gözlerle nasıl hazırlıyordu, bulaşıkları nasıl yıkıyordu... Bir mutfağa gidip gelmesi beş dakikasını alıyordu, çocukların yeni yürümeye başladıkları zamanlardaki gibi yürüyordu eşi. “Allah senden razı olsun be hanım, sen olmasan ben nayaparım...” dedi kendi kendine gözyaşları içerisinde...
Eşine seslenmeye hazırlanırken radyo sesini duydu, olanca mekanikliğiyle: “Dıt, dıt, dıt, dııııııt. Saat iki, şimdi haberler.”
___________________________________
çelen: kırsal yerlerde kerpiçten (toprak tuğla) yapılan duvarların üzerine bir koruma olsun, hırsız vb. girmesin, duvara tırmanamasın diye konulan genellikle dikenli ot yığınları.